Feminizmden ve feminizmin dil ile olan ilişkisinden bahsedeceğimiz bu yazıda, sizlere öncelikle feminizmin tanımından bahsetmek istiyorum. Feminizm, kadınların erkeklerden üstün olması mıdır?  Feminizm nedir?

Feminizm denildiği zaman çoğu insanın aklına gelen ilk şey “erkeklerin aşağılandığı, hor görüldüğü bir hareket” fikrinin tam aksine, erkeklerin yüceltildiği toplumlarda kadın-erkek eşitliğini hedefleyen bir mücadeledir. Feminist hareket üç dalgadan oluşmaktadır:

I.Dalga Feminizmin temelleri, 1787’de Fransız İhtilali ile ortaya çıkan eşitlik ve özgürlük kavramları ile kadınların ikincil konumlarının farkına varmalarına dayanmaktadır. Bu nedenle I. Dönem feministlerinin en önemli hedefini  ‘eşitlik’ oluşturmaktadır. Bu amaç ile yola çıkan I. Dönem feministleri, siyasal haklar ve kadınların entellektüel gelişimi konusunda önemli adımlar atmışlardır. Eşitlik mücadelesi özellikle oy hakkı etrafında şekillenmiştir; eğer eşitlik sağlanmak isteniyorsa yasalarda düzenlemeler yapılmalı, başka bir deyişle eşitliğin yolu parlamentodan geçmektedir. I. Dünya Savaşı sonrasında artık birçok ülkede kadınlar oy kullanmaya başlamıştı. I. Dalga içerisinde Feminizmin ilk alt türü olan Liberal Feminizm ortaya çıkmıştır. Liberal Feministler, 18. Yüzyıl Aydınlanma Felsefesi’nden etkilenmişlerdir fakat bir süre sonra Aydınlanma Felsefesi’ni eleştirmişlerdir. Çünkü Aydınlanma Felsefesi’ne göre rasyonel olan; erkek, eşitlik ve özgürlükten faydalanacaktır. Bununla birlikte Fransız İhtilali ile ortaya çıkan Liberalizmin etkileri de bu alt türde görülmektedir.

I.ve II. Dalga arasındaki geçiş döneminde Simone de Beauvoir’ın katkıları da göz önünde bulundurulmalıdır. Simone de Beauvoir, modern feminist akımının ve düşüncesinin en önemli isimlerinden biridir ve II. Dalga Feminizmin başlamasında ve teorisinde önemli katkılarda bulunmuştur. 1949 yılında kaleme aldığı “İKİNCİ CİNS” adlı eserinde geçen “KADIN DOĞULMAZ KADIN OLUNUR” sözü ile cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki farka parmak basmıştır. Bu sözü ile II. Dalga feministlerinin hem ideolojide hem de pratikte yollarını çizmiştir.

II.Dalga Feminizme, “kadın-erkek eşitliğini sağlamak ancak ataerkil sistemin aşılması ile mümkün olacaktır” düşüncesi hakim olmuştur. II. Dünya Savaşı sonrası azalan erkek nüfusundan ve kapitalizmin tüketim kültürünün kendini yoğun bir şekilde var etmesi ile beraber, kadınlar fabrikalarda çalışmaya başlayıp kendi paralarını kazanmaya başlamıştır ve ekonomik özgürlüklerini kazanmışlardır. Yine bu dönemde eve bağlı kalmak zorunda olmadıklarının farkına varan kadınlar, kürtaj ve doğum kontrolünün yasallaşması için mücadele etmişlerdir. II. Dalga Feminizm içerisinde de alt türlerden biri olan Radikal Feminizm, ataerkil sisteme ve bu sistemin dayattığı her şeye karşıdır. Yani radikal feministler erkek düşmanı değil ataerkil sistemin düşmanıdır. Tarihte ilk sömürülen grubun kadınlar olduğunu öne sürmüşlerdir. Toplumda belli bir grubun (genelde erkeklerin) diğer bir grubu (yani kadınları) kendi menfaatleri doğrultusunda sömürdüğünü düşünmektedirler.

Bu sebeple var olan toplumsal yapının dönüşümünün mümkün olmadığını, toplumsal yapıların tümden yıkılması gerektiğini düşünürler.

III. Dalga Feminizm döneminde genel olarak, farklı söylemlerle tek bir olay için birden fazla doğru yaratmak şeklinde tanımladığımız post-modernizmin etkileri görülür. III. Dönemde de ataerkil ideolojiler hala varlığını sürdürmekte ve kültür yine erkekleri ve erkeklerin çıkarlarını korumaktadır. Kadınlar ekonomik özgürlüklerini  elde etmiş olsalar da yine kendilerini var etme çabası içerisindedirler. Yani farklı bağlamlarda kadın-erkek eşitsizliği hâlen sürmektedir.

Post-modernizmin bir alt türü olan Post-Modern Feminizm’de  III. Dalga Feminizm’in etkilerini ve post-modern feministlerin hem biyolojik hem de toplumsal cinsiyeti reddettiklerini görmekteyiz. Böylece feminizmin kapsamı genişlemiş ve erkeklerin de feminist olabileceğini savunan pro-feminizm kavramı ortaya çıkmıştır.

Tüm bu bilgilerden sonra feminizmin dil ile olan ilişkisini anlatırken, Julia Kristeva’dan bahsetmeden geçemeyiz. Kristeva, post-modern bir feministtir ve “kadın olmak marjinal olmaktır” sözü ile bize birçok şey anlatmaktadır. Feminizmi dil, söylemsellik ve simgeselleştirme bağlamında yeniden değerlendirmiş ve eril dünyayı yeniden sorgulamaya başlamıştır. Kristeva’ya göre dil, ataerkil sisteme göre oluşmakta ve ataerkil sistem tarafından kirletilmektedir. Kadın kendini ifade ederken bile ataerkil toplumun oluşturduğu dili kullanmak zorundadır. Bu durum kadını “ataerkil toplum (erkek) ve kaos (evren)” arasında sıkıştırmıştır. Bu sebepten, kadın dünyayı anlamlandırmaya çalışırken ataerkil toplum ve evren arasında çeviri yapmak zorunda kalmıştır. Bu durum Feminist Çeviri’nin ortaya çıkışını az da olsa açıklamaktadır.

Feminist Çeviri, İlk defa sömürülen ülkelerinden biri olan Kanada’da ortaya çıkmıştır. Çünkü toplum içerisindeki eşitsizlik dile de yansımaktadır. Bilindiği üzere Kanada, İngilizce ve Fransızcanın kullanıldığı iki dilli bir ülkedir. Bu dönemde Kanada’da toplumdaki varoluş mücadelesi, bu iki dilin kullanımı arasında bir varoluş savaşı ortaya çıkarmıştır. İngilizce sık kullanılan bir dil olduğu için birincil dil, yani erkek olarak kabul edilir. Fransızca ise İngilizceye göre daha az kullanıldığı için ikincil dil yani kadın olarak kabul edilir. Bu durum bize kadınla erkek arasındaki mücadeleye benzeyen bir varoluş mücadelesinin diller arasında da olduğunu göstermektedir.

Feminist Çeviri denildiğinde akla ilk olarak Luise Von Flotow’un “Feminist Çeviri Stratejileri” gelmektedir. Bunlar: Prefacing, Footnoting, Supplementing ve Hijacking stratejileridir.

Prefacing (önsöz) yönteminde; çevirmen, yazmış olduğu önsözde, aktivist bir çeviri yaptığını ve feminist bir söyleminin olduğunu açıklar. Kısacası çevirmen önsözü, çevirmeni görünür hale getirir. Bu stratejiye örnek olarak; Valerie Solanas tarafından kaleme alınıp Ayşe Düzkan tarafından “Erkekleri Doğrama Cemiyeti Manifestosu (Society Cutting Up Men (S.C.U.M))” adı ile Türkçeye çevrilen eserin çevirmen önsözünü verebiliriz.

Footnoting (dipnot) yönteminde; çevirmen erek dilde yeteri kadar açıklayamadığı kültürel ögeleri dipnotta uzun uzun açıklar.

Supplementing yöntemi, tam olarak feminist anlamda söz oyunudur. Çevirmen tarafından kaynak dil ve erek dil arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmak, seksist dilin etkisini kırmak amaçlı yapılan müdahaledir. İtalik yazmak, büyük harflerle yazmak, harf değişiklikleri yapmak bu stratejiyi uygulama yöntemlerindendir. Bu yöntemi daha iyi açıklamak için; “huMAN rights, bay-BAYan, author-auther” örneklerini verebiliriz.

Hijaking yöntemi kullanıldığında erek metin, kaynak metinden tamamen bağımsız bir şekilde feminist akımın etkileri ile yeniden kaleme alınır. Yani kaynak metin, feminist çeviri stratejileri ile baştan yaratılır. Bu stratejinin en güzel örneklerinden biri, Angela Carter tarafından kaleme alınan “Little Red Riding Hood-The Werewolf”dur.

Çevirmen çevirisine başlamadan önce yapacağı çeviriyi hangi amaçla yaptığını bilmelidir. Çevirmenin amacı, Feminist bir üslupla yazılan eserleri gün yüzüne çıkarmak ya da seksist dille yazılmış olan bir eseri yermek olabilir. Eser seçimi sorununa bakacak olursak çevirmen, feminist bir yazarın eserini seçip yazarın feminist üslubuna dikkat çekmek isteyebilir ya da feminist olmayan bir yazarın eserini ele alıp yazarın kullandığı seksist dilin etkilerini kırmak ve eseri feminist bağlamda yermek isteyebilir.

Çevirmenin kimliği sorununu ele alırsak, aktivist kadın çevirmen bir çeviriyi yapıyorsa zaten bilinç sahibidir yani çeviriyi hangi amaçla yaptığı bellidir ama kadın çevirmenlerin yanında erkek aktivist çevirmenler de vardır ve onlar da seksist dili yererler.

Son olarak, sizlere şöyle bir soru sormak istiyorum: Tüm anlattıklarımı göz önünde bulundurduğunuzda, III. Dalga Feminizmin içinde erkekler de feminist olabilir diyenler olsa bile, erkeklerin feminist olamayacağını kabul edenler, erkek aktivist çevirmenin yapmış olduğu çeviriyi ne kadar kabul ederler?

 

Tags: