“Ben de bu ülkede doğdum pembe nüfus cüzdanıyla,
İlk oyuncağım mavi gözlü bir bebekti”
Karsu Dönmez
“8 Çevirmen ∞ Hikâye” serisinde “Çeviri Öğrenciliğinde Kadın Olmak” konusu hakkında deneyimlerimi aktarmaya çalışacağım. Ancak tek bir başlığa sığmayacak kadar geniş bir konu olduğu için çok daha derin ve uzun bir yazı okuyacaksınız. Şimdiden keyifli olmasını dilerim.
Öncelikle şundan bahsetmek istiyorum ki, kadınlar farklı kültürler içine doğup, farklı bakış açılarıyla yaşamlarına devam etseler bile çeşitli sosyal baskılarla karşı karşıya kalıyor, bir mücadele içinde hayatlarını sürdürüyorlar. Bu durum sosyal hayatın pek çok aşamasında çoğumuzun deneyimlediği bir gerçek. Bunları sadece dile getirmek yapılanları ortadan kaldırır mı? Belki de tartışmaya açık bir konu bile değil. Böylesi baskıların ne denli zarar verici olduğunu bilmek ve hepsine karşı birlik olmak ilk amacımız olmalı belki de…
Özellikle bu çerçeve bağlamında oluşan düşünceler ve tavırlar karşısındaki mücadelemiz çoğu zaman “kadın olmakla” alakalı. Pekâlâ, neden veriyoruz bu mücadeleyi? Kadınların hayatlarının her alanında önüne çıkan setlere karşı dimdik durmak ve bu setleri birlik içinde kaldırmak için.
Bu mücadelelerle olmaması istenilen şey; mağduriyet. Kadınların mağdur edildiği durumlar arasında, sonuçlarının çok daha acı ve üzücü olması sebebiyle daha çok dikkat çeken ve konuşulan konular fiziki mağduriyetler oluyor. Bu gibi yaşanmasını hiç istemediğimiz ve ne yazık ki sıklıkla karşı karşıya kaldığımız durumların vahameti oldukça açık ancak üzerinde çokça konuşulması ve değişmesi gereken bir konu daha var: Sosyal baskılar ve ayrımcı tutumlar. Bu anlamda topluma derin bir şekilde yerleşmiş ve değişmesi zor olan ayrımcı sosyal tutumlar pek çoğumuzu etkilemekte.
Sosyal hayatta karşılaştıkları bu ayrımcı tutumlar karşısında istedikleri temel şey: “Eşitlik”, “eşit muamele”. Bu noktada “eşitlik” kavramını biyolojik kuramlar çerçevesinde algılayanlar için talep edilen şeyin, fiziki bir eşitlik ve aynılık olmadığını ve bununla kastedilenin; eşit tutum, eşit değer görme ve gerçek bir “eşitlik” olduğunu ayrıca açıklamak gerekiyor. Yani mücadelesi verilen asıl şey: Aynı olmak değil, ayrı olmamak aslında.
Sosyal eşitliğin olmadığı, bununla ortaya çıkan baskıların arttığı, ayrı tutulmaya çalışıldığımız pek çok örnek var hayatımızda, her yerde. Muhtemelen herkesin ayrı bir deneyimi, ayrı bir hikayesi çıkacaktır yazmaya başlasa, naçizane gözlemlerimizi aktarıyoruz, ne yazık ki başlayınca bitmek bilmeyen…
Yukarıda dediğim gibi pek çok kadının, pek çok kız çocuğunun kendini bildi bileli yüz yüze kaldığı bir tutum vardır: Ayrı tutulmak.
“Ayrı tutulma” eylemiyle belki daha doğduğunda karşılaşır hiçbir şeyin farkında olmayan bir bebekken, kız çocukları; doğumu için hayırlı olsun ziyaretine gelen misafir tarafından “ne bu sessizlik yahu, bir yerlerde kız doğdu galiba” deyimi hafif esprili kalın ses tonuyla söylediğinde. Bu deyim basit ve söylenip geçilecek bir anlam taşımaz, bu cümle biyolojik veya karakteristik atıfta bulunmaz, bu bir tavırdır; bu daha doğar doğmaz ve hayatının ilerleyen zamanlarında da karşılaşacağı tutumun alt metnidir o bebeğin, bu “Ayrı tutulma” tavrıdır. Bu alt metin ilerleyen zamanlarda daha sık, daha somut ve daha derin anlamlar ve tavırlarla ortaya çıkmaya başlar ve yavaş yavaş “bir yer” oluşturulur sanki. Bu “bir yer” genelde “Eşitlik istiyoruz.” dendiğinde ortaya çıkan “kadının bir yeri var” alt metninin tezahürüdür. Burada kastedilen “yer” genelde “kadın da yerini bilmeli” bakış açısındakiyle aynı yerdir; sanki gerçekten bir yer vardır ve kadınlar kendilerine verilen birkaç basit fırsat dışında hiçbir şey yapmadan orada kalmalıdır. Çoğu zaman olaylar, kişiler, durumlar, zaman ve statü değişse de bizleri rahatsız eden tavırların temel nedeni “ayrı tutma” eyleminin ve “o” bir yerin birleştiği bakış açısıdır. Bu ikisi şaha kalkar ve olay, zaman ve yer neresi olursa olsun bir kadının önüne koyulur.
Anlatması basit olmasa da verilen mücadele “o yer” ile ilgilidir, o konumla. “Orada kal, geri dur, sus, yapma, karışma,” ya da “yap, yapmak zorundasın” … Tüm bu emirlerle dolu o yerle ilgili esas mücadele.
Bu ve benzeri emirlerle dolu bakış açılarını görüyor; bu gibi tutumları deneyimliyoruz, kendi hayatlarımızdan biliyoruz, pay biçiyoruz.
Genelde bir işi yapmamız gerekliliği veya yapamayacağımız yorumları çok sık ortaya çıkar bu anlamda; bir meslek sahibi olmak, okula gitmek, evlenmek, doğurmak veya bunların tam tersini yapmak ya da hepsini aynı anda yapmak, belki de yapma ihtimali vermemek, yakıştırılan emirlerden birkaç örnek sadece. Bu yakıştırmaların manasızlığı en çok, yapılamayacağı söylenen şeyler yapıldığında, yapılmak zorundaymış gibi görülen şeyler ise yapılmadığında ortaya çıkar ve evet bu yakıştırmaların çoğu manasızdır. Zaten konu da tüm bunları yapabilmek veya yapamamak değildir, herhalde rahatsızlık veren şey bu yakıştırmaların dışına çıkmak istemektir. Çünkü bizler ne yaparsak yapalım ne olursak olalım karşımıza çıkan “o” tutum aynı. Konu yaptığımız veya yapmadığımız her şeyde “kadın olmanın” öne sürülmesi. Ve verilen bu mücadele “kadın olmanın” bir şeyi yapmaya veya yapmamaya engel olmadığı.
Bu konu hayatımızın her köşesinde. Biz bununla mücadele ediyoruz ve bilirsiniz mücadeleler zor olur. Yaptıklarımızdan ve yapmadıklarımızdan dolayı zor değildir “kadın olmak”; evimizde yalnız yaşarken tedirgin olduğumuz için, yemek yaparken öte yandan bilgisayarda iş hallettiğimiz için, çocuk doğurduğumuz için, sofrayı kaldırdıktan sonra çocuğumuzun ödevine yardım edip bir de yarınki toplantıya hazırlandığımız için, gece mesaisinden dönerken veya taksiye yalnız bindiğimizde tedirgin olduğumuz için; kışın ayazında inek sağarken bir yandan kundaktaki bebeğimize kulak verdiğimiz için, güneş ile birlikte uyanıp tarla mahsulleri topladıktan sonra bir de ev ve çocuklarla ilgilendiğimiz için zor değil, zor olan dört elinde dört ayrı marifetle tüm bunları yapabilirken yine de hakkımızda “kadın olmakla” ilgili binlerce engelin ve yargının dağıtılmasına maruz kalmak. Ya da tüm bunları yapmak istemediğimizde ve yapmadığımızda da yine hakkımızdaki aynı yargılara maruz kalmak. Yani yaptığımız veya yapmadığımız şeylerden “ayrı tutulmaya” ve yine akıllardaki “o yere” sığdırılmaya çalışılmak.
Daha kolay olsun isteriz yaşamak, daha az düşünmek, ferah olmak isteriz, yaptıklarımıza yakıştırılmak veya yakıştırılmamak istemeyiz. Sabah karanlığında okula giderken sürekli peşimizi kontrol etmek yerine, akşamları tek başımıza yolda rahatça yürüyebilmek isteriz. Daha ortaokula bile geçmeden, hakkımızda sessizce konuşulan “okula göndersek mi, kızların okuması da moda oldu, şimdilerde her işi yapar oldu bu kadınlar da!” söylemlerinin bağnaz nedenlerini anlamak istemeyiz, hiç söylenmesin isteriz, hiç düşünülmesin isteriz bunlar.
Sonra biraz büyüyünce işin boyutu daha da değişir, daha da ciddileşir, atmak istediğimiz adımlar daha güçlüdür ve maruz kaldığımız şeyler de. Bu noktada kendimizle ilgili alınan kararlar üzerinde inisiyatifimiz yoksa eğer, merhamet dileriz. “Merhamet” diledik biraz önce çünkü lise 2’ye geçtiğimizde babası tarafından okuldan alınan sıra arkadaşımız biz olmayalım diye. Şanslıyız, merhametli tarafa denk geldik sanırız. Ama eve dönerken mahalledeki komşu teyzelerden şu sözleri duyunca anlarız, konunun merhametle bir ilgisi olmadığını. “Sıra arkadaşım kendisi istemiş ya evlenmeyi, gönlü varmış hani, çocuk olması mı varmış hem, senden benden iyi çevirirmiş evi, zaten her şeye de aklı yetiyormuş” … İşte bunları duymakla anlarız, merhamete değil güce ihtiyacımız olduğunu. Bu yüzden merhamet değil söz hakkı isteriz biz, inisiyatif isteriz.
İnisiyatifle veya “merhametle” üniversitede bölüm seçme aşamasına geldiysek de yine karşımıza çıkar bu “ayrı tutulmalarımız”, “o yere” yakıştırılmamız.
Mesela “erkek mesleği(?); bunları tercih etmemeliyiz en önce; asker, polis, pilot, hakem olamayız, inşaat mühendisi olup şantiyede de çalışamayız, belediye başkanı olmak ağır gelir bize, kaldıramayız. “Kadınlar için en uygunu meslek” kategorisinden hepimiz öğretmen olabiliriz belki. Meslek seçimimizde yorum yapmaları için üniversite okumamıza gerek yok, lise veya lisans eğitimi almadıysak veya alamadıysak (ki sebebi küçükken hakkımızda verilen kararlar olabilir) ev işleri ve çocuk bakma dışında seçeneğimiz yok; zaten sadece bu iki işi yapsak da yine “kabul görmeyiz”. Elimizin hamuruyla “tramvay şoförü, belediye temizlik işçisi, ambulans şoförü, balıkçı, postacı, restoran işletmecisi, fırıncı” istesek de olamayız. Bunlar yakışmaz bize, “yerimizden” oynamadan oturalım evimizde, “ayrı tutulalım”, susalım ya da birlik olup anlatmaya çalışalım; “yapabiliyoruz” diye. Anlaşılamayacağını bile bile “bak bu kadınlar yapmış”, “bu ülkede olmuş” diye güçlü örnekler de versek ikna olunmaz, çünkü daha “sen bunu yapamazsın” denilirken “o yere” konulmuşuzdur çoktan, karar verilmiştir buna. Konu söz konusu işi yapabilmek değil yapmak istemektir zaten. Buna tenezzül etmektir, hayal etmektir…
Tüm bu yakıştırma ve yargıları atlatıp yapılamaz denileni yapsak da hep bir bahane, yargı ve yakıştırma olur hakkımızda. Hatta bu yüzden işimizin, mesleğimizin önüne “kadın” sıfatını koyup şaşırırlar çoğu zaman. Belki de bu yüzdendir trafik kazası geçirdiğimizde bile haberlerde “kadın şoför” diye başlık atmaları. Sonuçta hiç “erkek şoför telefona bakarken kaza yaptı” haberini okumadık, hep tam tersi.
Tüm bu yakıştırmalarla, ayrı tutmalarla, öğretilerle yaşamak zordur, sürekli bunları duymak zordur, duymamaya çalışmak daha da zordur. Hele anlatmaya çalışmak…
Bazen çok yorulursun bunları anlatırken; tek kalırsın çoğu zaman, soyut bırakılırsın. Kafalardaki tüm bu öğretilerle, tüm bu söylemlerle kazanırsın üniversiteyi, işini kurarsın, çok çalışırsın; değiştirmek istersin “ayrı tutulmaları”, senin bunca baskıyla geldiğin bu yere özgür gelsin istersin kız çocukları.
Başlangıçta da dediğim gibi, ne yazık ki konuyu anlatmak için çok yazmak gerekiyor, anlatmak zor anlayacağınız üzere. Kelime seçimleri, örnekler, konuyla ilgili deneyimler… Çokça düşünerek yazdım yazıyı, kolay olmadı anlatmak ama anlatmadan da bitiremezdik seriyi.
Çünkü konu “her şeyin evlerden ve bilgisayarlardan halledildiği şu süreçte bile” kadın olmanın daha zor olması değil sadece; konu şartlar ne olursa olsun beklentilerin hep kadınlara yöneltilmesi, iyi kötü pek çok şeyin kadına mal edilmesi, kadınların ayrı tutulması, belirli yerlere yakıştırılması ve bunlar etrafında şekillenen baskı.
Zor olan erkek kardeşiyle aynı saatlerde online dersten yorgun argın çıkmasına rağmen yemek yapmaya yardım etmek, 5 dakika sonra önemli bir toplantı bile olsa eve misafir geldiğinde çay ikram etmek değil sadece, bunu yapmak zorunda hissettirilmek, buna yakıştırılmak.
Zor olan bir kadın öğrencinin, odasında ödev yaparken aniden gelen misafirlere, “onca işinin arasında” yemek hazırlayan annesine yardım edemediği için “beceriksiz” olarak atfedilmesi değil sadece, zor olan neden müsait olmasına rağmen evdeki erkeklerin anneye yemek hazırlamada yardım etmediğini anlamaya çalışmak. Zor olan; şayet şanslıysak ve varsa kendimizde ait bir odamız, odada ders dinlerken misafirlerin hakkımızda “saatlerdir ne yapıyor bu kız, bitmedi mi hala, ne dersiymiş bu, gelseydi de yanımızda otursaydı” konuşmalarına kulak asmadan; hocanın “futbol tercümanlığını özellikle erkek öğrencilere öneriyorum” demesine hevesimiz kırılmadan, hedefimize odaklanmak. Biz futbol tercümanı da olur, uçak da yaparız, tramvay da sürer, simit de satarız ama bunları kadın olduğumuz için yapıyor veya yapamıyor olmayız; yapabiliyor olduğumuz için yaparız ve bazen de yapmadığımız için yapmayız. Kadın olduğumuzdan dolayı yapamadığımızdan değil yani…
Serinin fikir sahibi ve birçok yazıda çokça emeği geçen yazarımız Merve Kaçmaz’a; değerli hocalarımızla röportajlar yaparak onların hikâyelerini dinlememizi sağlayan yazarlarımız, Hüseyin Yalım’a ve Yağmur Tatar’a; Tomris Uyar’a bir de “Sadece Tomris” gözüyle bakmamızı sağlayan yazarımız Şevval Ozankaya’ya; ve pek tabii desteğini bilgi birikimi hiçbir zaman esirgemeyen ve güzel yazısıyla bize ilham olan Sn. Senem Kobya’ya sonsuz teşekkürler.
Son olarak değinmeden geçmeyeceğim bir konudan bahsetmek istiyorum bu güzel seri ile ilgili. Serinin başından beri “Kadın çevirmen” ifadesinin doğru olup olmadığı konusunda kararsız kalıyorduk. “‘Kadın polis, kadın doktor, kadın mühendis, kadın pilot’ ifadeleri kulağa normal geliyor da ‘kadın çevirmen’ niye tuhaf?” diye düşünüyorduk. Sonra seri ilerledikçe anladık ki, meğer bizim mesleğimizde kadınlar ayrıştırılan taraf değilmiş, meğer lise yıllarından beri kadınların çoğunlukta olduğu bölümlermiş dil bölümleri, bu yüzden “kadın çevirmen” olmak “kadın itfaiyeci” olmak kadar şaşırtmıyormuş ve cinsiyet ayrımı yapmak bu yüzden kulağa tuhaf geliyormuş. Durum bu işte, “kadın çevirmenler” olarak sevinelim halimize çoğunluğuz diye ama “kadın olmak” yine çıkar bir yerde karşımıza, hazırlıklı olalım. Asıl ağırlık da bunu bilmekte galiba.
Yine de yine yeniden, hiç bıkmadan ve her zaman:
“Mürekkebim bitmedikçe hep yanındayım,
Bileklerim bükülmedikçe hep yanındayım,
Ben yanındayım…”
Çağrı Sinci