HPCC

Lumos

Bütün ciddiyetimle yemin ederim ki hayırlı bir şey düşünmüyorum.

 

Gereken büyüyü yaptığımız ve önlemi aldığımıza göre başlayabiliriz.

1 Ekim Cumartesi günü, Harry Potter evreninin son kitabı Harry Potter and the Cursed Child’ın çevirisi üzerine Kutlukhan Kutlu’yla röportaj yapılacağını öğrendim. 15 yılını bu evrene vermiş bir hayran olarak o anda yalvarmaya hazırdım ama neyse ki bu harika görev için düşünülen kişinin ben olduğumu da öğrendim. Yaşadığım heyecanı hiçbir dilde kelimelere dökemem.

Derken zaman geçti ve nihayet Kutlukhan Bey ile görüşüp (telefon konuşmasından sonra elimin ayağımın tutmadığını da belirtmeliyim) bir tarih kararlaştırdık. Hemen o gün uçak biletimi aldım, 11 Ekim Salı günü İstanbul’a uçtum (maalesef uçakla, süpürgeyle değil) ve hiçbir şeyin ters gitmemesi için dua etmeye başladım.

Ve 13 Ekim 2016 Perşembe günü, Kutlukhan Bey’le röportaj yaparak nihayet hayallerimden birini gerçekleştirdim.

Beşiktaş Çarşı’da mütevazı bir kafe olan Latife Türk Kahvecisi’nde buluşup kitaplar üzerine ve Kutlukhan Bey’in çeviriye bakışı üzerine sohbet ettik. Bugünse Harry Potter and the Cursed Child‘ın Türkçe çevirisi Harry Potter ve Lanetli Çocuk raflarda yerini aldı. Röportajı daha da anlamlandırmak için bugün yayınlamayı tercih ettik. Okurken keyif almanızı dilerim :)

KK

 

Kutlukhan Kutlu, 1972’de İstanbul’da doğdu. Kadıköy Anadolu Lisesi’ni ve İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. 1991’de Nokta – Ne Nerede kadrosuna katılarak sinema, edebiyat ve müzik üzerine yazmaya başladı. Çeşitli yayın organlarında yazarlık ve editörlük yaptı. Daha çok film eleştirileri ve sinema yazıları yazıyor, çeviri yapıyor.

 

Öncelikle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için çok ama çok teşekkürler. Bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz? Çeviri yapmadığınız dönemlerde nelerden hoşlanırsınız, nelerden zevk alırsınız, ne tür kitaplar okursunuz?

İş dışında ben gerçekten çok fazla şeye meraklı bir insanım. Fazla kelimesinin altını çizeyim burada, hatta maymun iştahlılık derecesinde denebilir! Genellikle bir şekilde edebiyatla, dille ilgili şeylere, dillere çok meraklıyımdır. Onun dışında öykülere çok meraklıyım, her türlü öyküye, her türlü mecrada, ama kitaplar benim için her zaman birincidir. Bunların dışında zaten yıllarca sinema yazarlığı yaptığım için sinemayı takip ederim. Ancak son zamanlarda her kesimde olduğu gibi bende de diziler daha çok ön plana çıkmaya başladı.

 

Ne tür diziler izlersiniz?

Aslında dizide çok fazla tür ayırt etmiyorum. Bir ara, yani diziler yükselişte olduğunda, dizilerin kalitesi yavaş yavaş arttı. Bundan on sene önce diziler arasında biraz daha kaliteli olanlar rahatlıkla dikkati çekiyordu. Mesela bir dönem Sopranos her şeyin üstündeydi kalite olarak ve herkes onu izliyordu zaten. Ama şimdi öyle bir şey kalmadı. Çok talihli bir şekilde bütün türlerde çok kaliteli işler yapılıyor. Mesela benim gibi fantazyaya, fantastik öykülere ilgi duyanlar için muhteşem bir dönem, çünkü o türün kötün kötü tarafı şudur, örneğin benim gibi zamanında orijinal Doctor Who’yu izlemiş olanlar bilir ki prodüksiyon kalitesi düşüktü. Biz de “ya öykü çok güzel de yapım kalitesi çok düşük” derdik. Şimdi Doctor Who’yu izlediğinizde muhteşem bir yapım kalitesi var. Dolayısıyla onları zaten izliyorum. Yani bilimkurgu dizilerini, korku dizilerini, fantastik dizileri olabildiğince izliyorum. Ama şu dönem o kadar çok dizi var ki artık bu türün içinde bile seçip izliyorum. Birkaç bölüm baktıktan sonra “yok bu bana göre değil” diyebiliyorum. Öte yandan şimdi bu tür dışında da şimdi çok güzel diziler var, mesela The Good Wife, Orange Is the New Black ya da kuzey polisiye dizileri, mesela Broen gibi. Tabii ki Sherlock, Sherlock Holmes dizilerini zaten izlerim. Bir noktada çok fazla dizi izlediğimi ve diğer hobilerimi ihmal ettiğimi fark ettim, o yüzden seçerek izliyorum. Tabii Game of Thrones izliyorum, o artık bir ödev gibi. Bunun dışında müzik zaten hep takip ettiğim bir şeydir, özellikle caz severim ama birçok tür dinliyorum. Daha çok sanatsal aktiviteler, sanat takibi diyebileceğimiz aktivitelerle haşır neşirim diyebiliriz sanırım (gülüyor)

 

Edebiyat çevirisine dönersek, genç çevirmenlere bu yolu tavsiye eder misiniz?

Paranız varsa, diyeceğim (gülüşmeler) Açıkçası benim edebi çeviri – altyazı çevirisini de ekleyeyim buna, sonuçta sadece diyaloglar olsa da film metni çeviriyorsunuz – bunlar dışındaki çevirilerle aram pek iyi değildir. Teknik çeviride pek iyi ve tecrübeli değilim, açıkçası çok da sıkılıyorum. Şöyle bir mesele var: Tembel ve disiplinsiz bir çevirmenim zaten, çeviri yaparkenki yakıtı metinden aldığım keyif teşkil ediyor diyebilirim. O yüzden de çevirdiğim metni gerçekten sevmem lazım ki bu da çok büyük oranda edebi metinler oluyor. Nitekim başka tür çevirileri pek bilmiyorum. Dolayısıyla da bunu yapın şunu yapın diye bir tavsiyede bulunmam doğru olmaz, nihayetinde benim için çeviri demek edebi çeviri demek. Gelgelelim maddi tarafı çok zor bu işin hakikaten. Genelde edebi çeviri büyük şehirde yaşayan bir insanı geçindirecek kadar para kazandırmaz. Kendinizi harap etmeniz ve çok hızlı çevirmeniz gerekir – ki çeviride beyin yorgunluğu çok ciddi bir meseledir… Yani arka arkaya iki kitap çevirdiğinizde bunu hissetmezsiniz belki ama bir yıl boyunca aynı tempoda çeviri yaptığınızda gerçekten beyniniz yavaş yavaş pelteye dönmeye başlar. Öte yandan maddi durumunuz başka şekillerde, mesela aileden iyiyse ya da başka yerlerden de para geliyor da idare edebiliyorsanız, kesinlikle tavsiye ederim, benim çok severek yaptığım bir iş. Edebi çeviride kendini harap etmeden para kazanmak hiç mi mümkün değil peki? Mümkün, çevirdiğiniz kitapların iyi satmasıyla mümkün – ona göre anlaşma yaptıysanız tabii! Ama açıkçası bu iş de böyle bir ihtimale bel bağlayarak girilecek bir iş değil. Çünkü böyle bir kitap hiç gelmeyebilir. Uzun süre kitap çevirmenliği yapıldığında artıyor tabii bu ihtimal ama geleceğinin de garantisi yok. Doğrudan bir hedef olarak değil de bir temenni niteliğinde tutmalı bence bunu. Kitaplar basıldıkça ekstra bir gelir gelebiliyor, durup dururken banka hesabınızda para görebilyorsunuz mesela (gülüyor)

 

Siz çeviriye nasıl başladınız acaba?

Aslında köken olarak meslek hayatımda çevirmen değilim ben. İngiliz Dili ve Edebiyatı okudum ama işe yazarlıkla başladım – yazarlık deyince kurgu yazarlığı değil, dergicilik. Çok da gençtim, 19 yaşında Nokta dergisinin kültür sanat bölümünde çalışmaya başladım. Dergi işlerinde – eskiden öyleydi şimdi de öyledir – çevirmenlik gerekir. Ve eleman alırken de bakarlar yabancı dil bilip bilmediğinize. O zamanlar özellikle internet olmadığı için tamamen yabancı kaynaklara bakarak her şeyden haberdar olabiliyorduk. Dolayısıyla aslında ilk yazılarda yabancı dergilerden insanların yazılarına bakıp kafanızda derler, ondan hareketle bir şeyler yazardınız. Tabii haber yazısı söz konusu olduğunda iyice uyarlamaya yaklaşırdı işin niteliği. O yüzden mutfaktan yetişen her dergicide biraz çevirmenlik tecrübesi vardır zaten. Dergicilikle başlamak size kendi cümlelerinizi kurmayı öğretir, bu çok önemlidir. Çünkü çeviride bunu edinmek için, o özgüveni yetiştirmek için çok vakit gerekiyor. Doğrudan çeviriye ise altyazı çevirisiyle başladım diyebilirim, 1991 yılıydı. Gerçi onu meslek olarak değil de hobi olarak görüyordum. Sonra bir ara ansiklopedik bir takım şeyler çevirmişliğim var. Aslında daha da öncesinde lisedeyken babama bir basketbol kitabı çevirmiştim, basketbol antrenörüydü babam, ilk çeviri tecrübem odur. Çeviriyi meslek olarak yapmaya başlamamsa 90ların sonuna denk geliyor. Makale falan da çeviriyordum altyazının yanında. Ama kitap çevirisi tamamen Harry Potter’la başladı. 2001 yazında çevirdik.

 

Peki, bu süreçte, yani basketboldan altyazıya, oradan kitap çevirisine geçiş yaparken, zorlandığınız şeyler nelerdi?

Hepsinin ayrı zorluğu var açıkçası. Ben karikatür de çevirdim mesela. Erdil Yaşaroğlu benim liseden arkadaşımdır, o ilk karikatürlerini yurtdışına göndereceği zaman bana sordu çevirir misin diye. Ben de o zaman çok gençtim, biraz da gençliğin verdiği özgüvenle tabii çeviririm demiştim. Aslında sonuç çok da kötü olmamıştı ama sonra yazarlığa başlayınca, ana diline hâkim olmanın çok büyük bir sanat olduğunu öğrendim. O zaman burnum bir parça sürttü tabii, gerektiği üzere. Basketbol çevirisine gelince, genel olarak da spor çevirisine, terminoloji çok ciddi bir mesele. Ben o zamanlar basketbol oynadığım ve bu sporla çok ilgilendiğim için terminolojiye hâkimdim. Sonuçta o tamamen amatör bir çeviriydi ama daha sonra bir spor ansiklopedisine de çeviri yapmıştım. Spor konulu çeviride şöyle bir durum var, yabancı terimler genellikle olduğu gibi Türkçeye alınıyor. Ancak neden bahsettiğini iyi biliyorsanız, zor değil.

Altyazı çevirisinde ise size verilen kısıtlı bir alan var. Oraya sığdırmak zorundasınız. O da sizi aklınıza ilk geleni değil de alternatif seçenekleri bulmaya itiyor. Bu sayede söylemek istediğinizin başka şekillerde de söylenebileceğini öğreniyorsunuz. Bir de tabii konuşma dilinin sahici olması lazım. Dolayısıyla orada zaten birebir çeviri yapamazsınız, sokaktaki insanın da söyleyebileceği gibi çevirmeniz gerek. Ben mesela edebi çeviriye başlamadan önce altyazı çevirisi yapmayı tavsiye ediyorum. Orada pişebileceğinizi düşünüyorum. Oradaki deneyimi edebi metin akışına yerleştirebilirsiniz bence. Bu yüzden altyazı çevirisinin çok iyi bir eğitim olduğunu düşünüyorum.

 

 

Harry Potter çevirisine üçüncü kitapta katıldınız ve annenizle beraber bitirdiniz – gerçi hala bitmiş sayılmaz ya. Sevin Okyay ilk önce ikinci kitabı da çevirmişti, sizin üçüncü kitaba katılmanızın özel bir nedeni var mı?

Aslında ben ikinci kitabın çevirisine de katıldım. Sevin Okyay çeviri esnasında bana soruyordu bu nasıl olsa, şu nasıl olsa iyi olur diye ama resmi olarak katıldığım söylenemez. Terim konusunda yer yer Ülkü Tamer’in çevirilerine bağlı kalmamız da gerekti ayrıca, ilk kitabı o çeviriyordu çünkü ve Felsefe Taşı ve Sırlar Odası aynı anda çevriliyordu.

 

2001 yılıydı değil mi? Azkaban Tutsağı da o sene çıkmıştı.

Evet, Ateş Kadehi de o sene yayınlandı. Aslında çeviri bir biz, bir Ülkü Tamer olarak gidecekti, Azkaban Tutsağı’nı Ülkü Tamer, Ateş Kadehi’ni biz, şeklinde. Ama sonra sanırım bir problem çıkmış, bize bir telefon geldi Azkaban Tutsağı’nı da çevirir misiniz diye. Biz de tamam dedik ama elimizde Ateş Kadehi de vardı, ikisinin de yayına yetişmesi gerekiyordu, ne zaman çıkacakları duyurulmuştu çünkü. Sanırım Azkaban Tutsağı’nı üç haftada falan çevirmiştik.

 

Bu kadar başarılı bir seri olacağını düşünmüş müydünüz çevirirken?

Açıkçası hiç tahmin etmemiştim, aklımın ucundan bile geçmemişti yani.

 

Peki, Rowling’in tarzı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kelime oyunları çok güzel, sıcak bir anlatımı var. Çocuklara yönelik yazıyor olsa da onlara çocuk gibi hitap etmiyor, o açıdan başarılı. Kalemi konusunda, bir keresinde Stephen King, Rowling için “Sevmediği bir zarf yok herhalde,” demişti. Rowling çok fazla zarf kullanıyor, “hafifçe” ya da “dedi üzgün bir şekilde” gibi. Ama bunlar yaygın best-seller özellikleri zaten. Dili hem akıcı, hem de rahat. Bu yüzden Rowling gibi yazarların romanlarına page-turner diyorlar, kitabı elinizden bırakamıyorsunuz. Tarzı da her kitapla biraz daha olgunlaştı. Bu belki biraz da ilk kitabı yazdığı dönemde küçük olan kitlenin zaman geçtikçe büyümesi ve Rowling’in kaleminin de eş zamanlı büyümesiyle ilgili. Çocuk kitaplarında hep çocukların sakınılmasını değil, hayatın karanlık taraflarını da gösterdiği için başarılı bir çocuk kitabı yazarı olduğunu düşünüyorum.

 

Bir röportajınızda terim karşılıklarını bulmanın sizin sorumluluğunuz olduğunu söylemiştiniz. Kişisel olarak çok başarılı olduğunu düşündüğüm terim çevirileri var. Ruh Emici (Dementor), Düşünseli (Pensieve), Seherbaz (Auror), Zihinbend (Legilimency), Cisimlenme (Apparation) ve Buharlaşma (Disapparation) gibi. Bu terimlere nasıl bir süreç sonucunda ulaştınız?

Genelde kelime kökünden ya da sesten gittik. Mesela Ruh Emici’ye bakarsak, Dementor kelimesinin çok meşum bir havası var söylediğinizde. Aynı etkiyi yaratabilecek bir karşılık olmasını istiyordum, ama kelime köklerinden ürettiğim seçenekler arasında tatmin edici bir şey bulamadığım için anlamla karşılamaya karar verdik, böylece Ruh Emici oldu. Düşünseli ise yapı kökten yeniden inşa etmek açısından aslına nispeten yakındır. Pensieve’in köküne baktığınız zaman pensive’i görüyoruz, düşünceli anlamında. Sonu “süzgeç” anlamındaki “sieve” ile değiştirilmiş yalnız. Bu yöntemi bire bir tekrar etmek yerine “düşünceli” kelimesine yakın duran ve kendi hissini uyandıran bir sözcük istedim. Nispeten çabuk bulunmuş bir karşılıktı. Bazı başka çeviriler de akla çabuk gelen ama tekrar tekrar baktıkça tatmin edici bulduğumuz karşılıklardır, Seherbaz ya da mesela Büyüceşûra (Wizengamot) gibi. Bazıları var olan terimlerden çok az ilham almış, bana Rowling’in daha çok sesini sevdiği için öyle uydurduğu hissi veren kelimeler, o durumda zaman siz de eşit derecede oyunbaz ya da o sesin hissine yakın bir his veren bir şey uydurmak zorunda kalıyorsunuz. Hortkuluk (Horcrux) mesela, en zorlayıcılardan biriydi. Yaklaşık elli farklı çevirisi vardı. Köklerin araştırılması gerekti, onlardan yola çıkılması falan. Nihayetinde hem sesinin yakın durduğu hem de anlam olarak nesnenin niteliğine yakın bir karşılık çıkabildi ortaya. Mesela bir Tolkien’e baktığınızda kelime üretme stili belli ve hayli tutarlıdır. Ama Rowling daha serbest bir üslupla kelime ürettiği için üzerine daha çok düşünme gerektirebiliyor. Kelimelerin orijinal seslerine yakın bir his yakalayabilmek için. Ve böyle durumlarda altyazı çevirisinin çok faydası görülüyor dediğim gibi.

 

Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerelerde Bulunurlar’ın çevirisinde de çok güzel terim çevirileri vardı.

Evet, bazılarında çok eğlenmiştim bulduğumda. Pıtırkurt mesela, çok eğlenceli bir karşılık. Ya da Cörkpare. Kitapların filmleri çıkıp da Warner Bros yayın haklarını satın aldığında şunları çevirmeyin diye bir liste geldi bize. Ama öyle şeyler vardı ki eğer bunları çevirmezsek hiç çevirmeyelim daha iyi dedik. Fantastik Canavarlar’da bu oldu. Biz de ne yapsak ne yapsak derken tamam İngilizce kalsınlar ama yanına Türkçelerini de verelim diye düşündük. Ama çevirmek isteyebileceğimiz bir sürü şey vardı, mesela muggle’ın çevrilmemesi saçma gelmişti.

 

Ne olarak çevirirdiniz?

Söyleyemem şimdi, yerleşmiş bir terimi kurcalamayalım, tadını kaçırır, kalsın böyle (gülüyor)

 

Cursed Child’dan bahsedelim biraz. Diğer kitaplardan farklı olarak bu bir tiyatro metni. Çeviri sürecinde yaşadığınız zorluklar oldu mu?

İkimiz de daha önceden hem altyazı hem de senaryo çevirisi yapmış olduğumuz için pek zorlanmadık açıkçası. Hatta kendi adıma gidip izleyesim bile geldi çevirirken, bunu nasıl yapacaklar diye düşündüğüm şeyler vardı. Ama Türkçede vermede zorluk çıkaran yerler de olmadı değil tabii. Mesela bir bilmece kısmı var, onu çevirirken tamamen baştan yazmak zorunda kaldık. Çünkü orada bilmece çözülünce ortaya tabii ki İngilizce bir sonuç çıkıyor, dolayısıyla bütün bilmeceyi sonucu Türkçe verecek şekilde değiştirmemiz gerekti.

 

Kitabın çıkacağını duyduğunuzda biz Potterheadler kadar heyecanlandınız mı siz de?

Dürüst olmak gerekirse, hayır (gülüyor) En azından ilk başta, kitap gelince birden heyecan arttı tabii! Şunu unutmamak lazım, Potter çevirisi benim yapmış olduğum işlerden biri sonuçta, kitapları çok seviyorum ama Potterhead’ler kadar, fandom kadar düşkün ve bilgili olmam mümkün değil! Bir arkadaşımın bir kızı var, o sıkı bir Potterhead. Mesela onunla sohbet edince hayran kitlesinin hâlâ o evreni nasıl ayakta tuttuğunu ve sıkı takip ettiğini yakından görmüştüm. O büyük teoriler, alternatif sonlar, kitaptakilerden farklı çiftler falan, onları pek takip etmiyorum. Sadece kitaba bağlı bir okuyucuyum ben (gülüyor)

 

Ama yazar bitirdiğinde o evren de bitmek zorunda değil!

Ben çok itaatkâr bir okuyucuyum, benim için yazar hikâyeyi bitirdiğinde bitiyor (gülüşüyoruz)

 

Peki madem. Edebi çevirinin çeviri dünyasındaki yeri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Teknik çeviri konusunda zaten pek bilgim olmadığı için bu konuda bir karşılaştırma yapamam açıkçası. Teknik çevirinin de sevenleri var, banaysa biraz kısıtlayıcı geliyor. Çok fazla terminoloji içerebiliyor ve bir kavram üzerinde nasıl karar verilmişse öyle kullanmak zorundasınız, eliniz kolunuz bağlı. Ciddi de birikim gerektiriyor söz konusu alanda. Edebi çeviride nispeten daha özgürsünüz ama tabii onun da çok geniş bir alanda birikim sahibi olmanız ve dili çok iyi kullanmanız gibi bir talebi var sizden.

 

Daha önceki bir röportajınızda klasikleri sevdiğinizi söylemiştiniz. Hem klasikler hem de popüler kitaplar arasında çevirisinden hoşlandığınız, genç çevirmenlere örnek olarak önerebileceğiniz bir çevirmen var mı?

Tabii, benim için önce klasikler gelir her zaman. Çevirmen olarak… Şimdi burada Sevin Okyay dememem tuhaf kaçacaktır! (gülüyoruz) O yüzden Roza Hakmen diyeyim, harika bir çevirmendir.

 

Günümüzde her şey bilgisayar ortamında yapılıyor, malum. Çeviri teknolojileri hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce ileride çevirmenler açısından bir sorun yaratır mı? Örneğin artık çevirmenler yerine çeviri yapabilecek makinalar lafı dolaşıyordu bir ara.

Roman yazabilen makine çıktığında çeviri yapabilen makine da çıkacaktır. Teknik çeviri, bilmiyorum, belki, ama edebi çevirideki insan ve çevirmen faktörünün yeri tutulamaz bence.

 

 

Kitaba geri dönersek, daha önce en çok Remus Lupin ve Albus Dumbledore karakterlerinden hoşlandığınızı söylemiştiniz. Cursed Child bu listede bir değişiklik yaptı mı?

Scorpius’u soruyorsunuz (gülüyor)

 

Evet, şahsen ben çok beğendim (gülüyorum)

Evet, Lupin ve Dumbledore’u sevdiğim doğru. Scorpius tabii ki güzel bir karakter olmuş. Şimdi Hermione’ye vefasızlık gibi olmasın ama benim için, daha iyi bir Hermione gibi olmuş açıkçası. Hermione’de ilginç bir şekilde hem kurallara katı bir bağlılık hem de kuralları yıkma durumu vardır. Scorpius’ta ise kitap kurdu ama kitaba uymama konusunda biraz daha serinkanlı bir karakter görüyoruz. Scorpius’ta Sirius’ta olan o hava da var, köklü bir aileden gelmesine rağmen o mirası reddetmesi gibi. Sonuçta Malfoylar gibi köklü bir aileden geliyor. Gerçi yine Slytherin tabii. Demek ki aynı zamanda içinde o parça da var. Rahatlıkla Ravenclaw olabilirdi mesela bence. Hermione’de olduğu gibi neden Ravenclaw değil dedirtiyor. Kendini sevdirecek birçok özelliği bir arada barındırıyor yani.

 

Artık son olarak başka çeviri projeleriniz olup olmadığını soracağım. Kaleminiz çok başarılı.

Hayali Yerler Sözlüğü’nün yazarlarından olan Manguel’in bir kitabı var, Merak adında. O da terminoloji açısından epey zorladı mesela. Muazzam araştırma gerektirdi. Kocaman bir masam vardır benim, her yanı sürekli başvurduğum onlarca kitapla dolu şu an! Hâlen o kitap üzerinde çalışıyorum.

 

_________________________________

 

Böylece bir buçuk saat süren söyleşimizin sonuna geldik. Ben büyük bir heyecanla henüz çevirisi çıkmadığı için İngilizce olan kitabımı imzalamasını rica ettikten ve Kutlukhan Bey de büyük bir incelikle imzaladıktan sonra ayrıldık. Kafenin önünde yalnız kaldığımda hayallerimden birinin gerçekleştiği bu küçük, kahverengi kafeye dönüp bir daha baktım. Eve nasıl döndüğümü hatırlamıyorum :)

Ama İzmir’e dönünce ilk yaptığım şeyi hatırlıyorum: Açıp kitapları bir kere daha okudum. Bu sefer sadece Harry Potter’ın hikâyesini değil, çevirisinin de hikâyesini bilerek…

 

Muziplik tamamlandı.

Nox

Tags: