Bugün, piyasaya yeni çıkan kitapların yaklaşık dörtte birinin çeviri, vizyona giren filmlerin çoğunun yabancı olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Öte yandan, gazete ve televizyon kanallarının dış haberler birimleri de haberlerin çoğunu çeviri yöntemiyle kotarıyor. Peki sizce çevirinin bu denli önem kazanması gelişen politik sürecin bir sonucu mu, yoksa çeviri, geçmişten beri toplumumuzun ayrılmaz bir parçası mı?

“Çeviri etkinliği, zannedilenin aksine 19. yüzyıl Batı edebiyatı çevirilerinden çok daha önce başladı. Anadolu Selçuklu Devleti’nde hem sözlü hem de yazılı çeviriden sorumlu “tercüman” olarak anılan üst düzey bir görevli olduğu tarihçiler tarafından bildirilmektedir. Tercümanlar dış devletlerle yazışmaları yürütüyor, görüşmelere aracılık ediyordu. Bu gelenek Osmanlı İmparatorluğu’nda da devam etti. Osmanlı kaynaklarında anılan ilk tercüman Osmanlı devleti adına 1479 yılında Venedik‘e gönderilen Lütfi bey idi. Osmanlı İmparatorluğu’nda saray tercümanlığı görevinin Fatih Sultan Mehmet döneminde oluşturulduğu düşünülmektedir; bu görevin ağırlık ve önemi 16. yüzyıldan itibaren yoğunlaşan diplomatik ilişkilerle birlikte artmıştır. 18. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nda tercümanların etkinlik gösterdiği başlıca dört alan vardı: Divan-ı Hümayun, mahkemelerde ve devletle halk arasındaki her türlü iletişimde gerekli olan eyalet tercümanlığı, ordu ve eğitim kurumları ve yabancı elçilik ve konsolosluklar. 16. ve 17. yüzyıllarda müslüman Osmanlı vatandaşları tarafından yerine getirilen saray tercümanlığı görevi 18. yüzyıldan itibaren Fenerli Rum aileler tarafından üstlenilmiştir. Öte yandan 17. yüzyıldan itibaren Batılı ülkeler, elçiliklerde çalışmak ve diplomatik heyetlere eşlik etmek üzere kendi tebaalarını ya da Hristiyan Osmanlı vatandaşlarını tercüman olarak eğitmek için çeşitli okullar kurdular. Bu okullardan mezun olan tercüman gençlere “dil oğlanları” (giovanni di lingua) adı verildi. Osmanlı İmparatorluğu’nda tercümanların toplumsal konumu yüksekti ve farklı siyasi görevlere getirilmeleri olağan karşılanmaktaydı. Ancak madalyonun bir de arka yüzü vardı ve Uzunçarşılı’nın da dile getirdiği gibi (1984:2) özellikle gayrimüslim tercümanlara tam olarak güvenilmez, saray tercümanlarına yabancı devletlerle işbirliği yaptıkları ve casus oldukları gibi kimi zaman haklı çıkan kuşkularla bakılırdı.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk yazılı çeviriler Arapça ve Farsçadan yapıldı. Özellikle 13 ve 14. yüzyıllarda bu çeviriler Osmanlıcanın gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Kuran ve dini metinlerde, ayrıca tıp ve fen alanındaki çevirilerde ana kaynak dil Arapça oldu. Edebiyat çevirisinde ise başlıca kaynak dil Farsçaydı. Gülşehri (Mantiku’t Tayr), Ahmed-i Dai (Çengname, Camasb-name), Kul Mesud (Kelile ve Dimne), Mercimek Ahmed (Kabus-name)  gibi isimler bugün çeviriden çok “yeniden yazım” olarak adlandırılabilecek bazı ilginç stratejilere başvurarak 15. yüzyıl boyunca birçok önemli metni Türkçeye aktardılar. Ne var ki bu çeviri etkinliği 16. yüzyılda durdu ve yerini Farsça yazma geleneğine bıraktı.

Fatih Sultan Mehmet döneminde az sayıda metin Batı dillerinden çevrildi, ancak Osmanlı İmparatorluğu’nda Batı kaynaklarından düzenli olarak çeviri yapılmaya 18. yüzyılda başlandı. İlk çevrilen yapıtlar coğrafya, tıp ve eczacılık alanını kapsarken 19. yüzyıldaki çeviriler askeri konuları ve matematik gibi akademik alanları da içermekteydi. Batı edebiyatından çeviriler 19. yüzyılda Tanzimat döneminde başladı ve 1859 yılında Avrupa edebiyatından yapılan ilk üç çeviri (Yusuf Kamil Paşa’nın çevirdiği Abbé Fénelon ve Fontenelle’den derlediği felsefi diyaloglardan oluşan Muhaverat-i Hikemiye) okurların karşısında çıktı. 

Batı dillerinden, özellikle Fransızcadan yapılan çeviriler Osmanlı edebiyat dizgesinde yeni biçim, tür ve konular aktararak edebiyatta yenileyici bir işlev üstlendiler. Batı tarzı tiyatro, şiir ve roman 19. yüzyılda çeviriler aracılığıyla Osmanlı dizgesine taşınarak yerli yapıtların yazımını tetikledi. Tanzimat döneminde tefrika edilen birçok çeviri roman oldu, Fransız edebiyatından çevrilen bu romanlardan bir bölümü daha sonra kitap olarak yayımlandı. 19. yüzyılda çeviri etkinliğine damgasını vurmuş olan birçok yazar ve edebiyatçı sayılabilir. Ahmed Vefik Paşa, Şemseddin Sami ve Ahmed Midhat Efendi bunlardan yalnızca üçüdür. Bu çevirmenlerin tercih ettikleri çeviri stratejileri birbirinden farklıydı; Ahmed Vefik Paşa yalın, kolay okunur, ancak kaynak metni doğru yansıtan bir çeviri stratejisini yeğlerken Şemseddin Sami fazla “sözcüğü sözcüğüne” çeviri yaptığı içi eleştiriliyordu. Ahmed Midhat Efendi’nin uyguladığı “serbest” çeviri stratejisi ise 19. yüzyıl sonunda popüler edebiyatın gelişimi ve edebiyatın kitleler için eğlenceli bir eğitim aracı haline gelmesi açısından bir model oluşturdu. 

19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda çeviri etkinliği kurumsallaştırıldı ve çevirinin önemli rol oynadığı bazı kültür kurumları oluşturuldu. Bunlar arasında Encümen-i Daniş, Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye, Telif ve Tercüme Heyeti ve Telif ve Tercüme Dairesi sayılabilir. Bu geleneğin Cumhuriyet döneminde de sürdürüldüğünü söyleyebiliriz. 1921’de, henüz Cumhuriyetin ilanından önce Maarif Vekilliği bünyesinde “Telif ve Tercüme Encümeni” adlı kurul oluşturuldu ve daha çok tarih, toplumbilim ve eğitim alanında çeviriler yapan bu kurul çalışmalarına 1926’ya kadar devam etti. 1927 yılında Maarif Vekilliği tarafından yayımlanmaya başlanan “Cihan Edebiyatından Nümuneler” dizisi öğrenciler için Batı klasiklerinin çevirisini daha çok özet olarak yayımlamakla yetindi.

Cumhuriyet döneminde çeviri konusunun kapsamlı biçimde ele alınması 1939 yılındaki Birinci Türk Neşriyat Kongresi ile başladı. Kongrede devlet himayesinde bir Tercüme Bürosu kurulmasına karar verildi ve bu büro 1940 yılında faaliyete geçti. Tercüme Bürosu “Dünya Edebiyatından Tercümeler” başlığıyla tanınan ve daha çok Batı kültürlerinden yapılan klasik yapıtların çevirilerinden oluşan bir bütünceyi dilimize kazandırdı. Bu başlık kapsamında tümü Maarif Vekilliği tarafından yayımlanan “Okul Klasikleri” ve “Devlet Konservatuvarı Yayınları” gibi genel diziler ve ülke edebiyatlarına yönelik “Rus Edebiyatı”, “İngiliz Edebiyatı” gibi diziler bulunmaktaydı. Tercüme Bürosu 1940-1946 döneminde Yunan ve Latin klasiklerine öncelik vermişti. Büro 1940’ta 10, 1941’de 13 eser çevirdi. Bundan sonraki dört yıl boyunca büronun etkinlikleri katlanarak arttı: 1942’de 27 kitap, 1943’te 68 kitap, 1944’te 97 kitap, 1945’te 110 kitap, 1946’da da 143 kitap çıktı. 1940-1946 arasında çevrilen 467 yapıttan ancak 23‘ü Doğu klasiklerinden oluşuyordu; bunlar da ağırlıklı olarak Arapça ve Farsça eserlerin çevirileriydi. Yayımlanan kitapların sayısı 1946’dan sonra azalmaya başladı ve çok partili sisteme geçişle birlikte bu tarihten sonra büronun genel politikasında da bir dönüşüm gerçekleşti. Bu dönüşümün en önemli göstergesi Eski Yunan ve Latin klasiklerine gösterilen ilginin azalması, 1940’ların başında Tercüme Bürosu’na atfedilen “hümanist” yapıtların Türkçeye aktarılması misyonunun ortadan kalkmasıdır. Büro 1966‘da kapandı ve ardında ikinci ve daha sonraki baskılar da dahil toplam 1247 çeviri bıraktı. Bu çevirilerin birçoğu Milli Eğitim Bakanlığı ya da İş Bankası Kültür Yayınları gibi yayıncılar tarafından daha sonraki yıllarda basılmaya devam edildi. Bugün bu klasik çevirilerinin kendilerinin de “klasikleşmiş” olduğunu söylemek olasıdır. Remzi Yayınevi (k.1927) ve Varlık Yayınları da (k. 1946) özel yayın evleri olmalarına karşın Türkiye’de edebiyat çevirilerinin çeşitlenmesine ve çeviri stratejilerinin gelişmesine neredeyse Tercüme Bürosu kadar katkıda bulunmuştur.

(…)”

Kaynakça:

Çevirinin ABC’si, Şehnaz Tahir Gürçağlar (Giriş Bölümü)

Tags: