Bir toplumun konuştuğu dil ile kültürü arasındaki kaçınılmaz bağ su götürmez bir gerçek. Peki ya konuştuğumuz dil düşüncelerimizi de etkiliyorsa? Bu sorunun cevabını Dilsel Görelilik Kuramı ile gelin hep birlikte öğrenelim.

Öncelikle bu kuramın iki farklı şekilde yorumlandığını hatırlatmakta fayda var. Birincisi, düşüncelerimizin tamamen konuştuğumuz dil tarafından belirlendiğini savunan Dilsel Belirlemecilik, ki bu görüş akademik alanda genel olarak yanlış olarak kabul edilmekte. İkincisi ise düşüncelerimizin konuştuğumuz dil tarafından tamamen belirlenmediğini fakat etkilendiğini savunan Dil Etkisi, ki bu görüşün ise yapılan bazı deneylerde olumlu kanıtlar sunduğu bilinmekte.

Kuramın modern dilbilimin bir parçası olarak ortaya çıkışına dönelim. 20. yy.’ın başlarında bazı dillerin diğerlerinden daha üstün olduğu ve bu üstün dil karşısında ezilen dili konuşan insanların entellüktel bilgi birikimlerinin sınırlı olabileceği görüşü yaygındı. Bu fikri ortaya atan Willam Dwight Whitney Amerikan yerlilerinin dillerini ortadan kaldırmak için etkin bir şekilde çalışıyor ve bu dilleri konuşanların daha medeni bir hayatı benimseyebilmeleri için İngilizce öğrenmeleri gerektiğini savunuyordu. Bu fikre ilk karşı çıkanlardanlardan biri ise antropolog ve dilbilimci olan Franz Boas’tı. Boas her kültürün eşit olduğunu ve her dilin aynı şeyi farklı şekillerde ifade edebileceğini savunuyordu.

Edward Sapir: ”Dil gerçeklik algısını farklı şekillerde yansıttığı için farklı dilleri konuşan insanların gerçeği algılama biçimi farklıdır.”

Onun öğrencisi olan Edward Sapir ise dillerin yapıları arasındaki farklılıklar sebebiyle hiçbir iki dil arasında çevirinin mümkün olamayacağını ve en önemlisi de her dil gerçeklik algısını farklı bir şekilde yansıttığı için farklı dilleri konuşan insanların gerçeği faklı şekillerde algıladıklarını düşünüyordu.

Benjamin Lee Whorf: ”İnsan, dilin izin verdiği sınırlar dahilinde düşünebilir.”

Bu sefer ise Sapir’in öğrencisi olan Benjamin Whorf hocasının fikirlerini geliştirdi ve ortaya Sapir-Whorf Hipotezi olarak da bilinen Dilsel Görelilik Kuramı çıktı. İşin ilginç yanı ise Whorf’un dilbilim alanında herhangi bir akademik eğitim görmemesi ve bu alandaki çalışmalarını hocası Sapir’den ve kendi öğrendiği bilgiler ışığında ortaya koymasıydı. Massachutes Teknoloji Enstitüsü’nde Kimya Mühendisliği eğitimi gören Whorf, bir sigorta şirketinde yangın önleme mühendisi olarak çalışıyordu ve bir gün bir kimya tesisinde büyük bir patlama gerçekleşti. Patlamanın ilk sebebi boş benzin varillerinin olduğu bir alana giren gece bekçisinin orada sigarasını yakmasıydı. Üstünde ‘’Boş Varil’’ yazan bu varillerin içi gerçekten de boştu fakat içleri kısmen de olsa benzin gazıyla doluydu. Whorf’a göre patlamanın ikinci ve asıl nedeni İngilizce’de böyle bir durumu açıklayacak bir kelimenin olmamasıydı. ‘’Boş fakat tam olarak değil’’ diye ifade edilebilecek bir ifadenin olmaması Whorf’un böylesine devrimsel bir kuram geliştirmesini sağladı.

Ona göre dil dünya tarafından şekillendiriliyordu fakat aynı şekilde dil de dünyayı şekillendirmekteydi. Buradan yola çıkarak insanların yalnızca dillerinin açıklayabildiği ya da ifade edebildiği şeyleri düşünebileceğini öne sürdü. Bir kavramı dile getiren kelimeler olmaksızın o kavramı düşünmenin olanaksız olduğunu ve aynı zamanda şu görüşü savundu: ‘’İnsan, dilin izin verdiği sınırlar dahilinde düşünebilir.’’ Kısacası, o da hocası gibi insanların konuştuğu dilin o insanların gerçeklik algısını ve dünyayı algılama şekillerini etkilediği görüşünü benimsedi. Dilden dile değişen bir gerçeklik algısı…

Bu bağlamda verilebilecek en önemli örneklerden biri ise dilbilimci H.A. Gleason tarafından yapılan bir renk deneyidir. Gleason İngilizce, Bassa dili[1], ve Şona dili[2]’nde renklerin nasıl ifade edildiğini karşılaştırır. İngilizce konuşan bireyler bir prizmadan süzülen güneş ışığından mor, mavi, yeşil, sarı, turuncu ve kırmızı olmak üzere en az altı renk sıralar. Buna karşın Şona dilini konuşan bireyler turuncuyu, kırmızıyı ve moru gruplandırarak yalnızca üç renk sıralarken, Bassa dilini konuşan bireyler ise yalnızca iki renk sayar. Çünkü gördükleri renkleri belirli bir gruplandırma yaparak algılarlar ve bazı renkleri tanımlayan farklı kelimeler dil hazinelerinde yoktur. Daha sonra İngilizce konuşan bireylere bazı renkler gösterilir ve gördükleri rengi birçok rengin olduğu bir listeden ayırt etmeleri istenir. Bireylerin ‘’yeşil’’ gibi halihazırda dilde olan bir kelimeyi kolayca seçebilirken dilde bir tanımı olmayan renkleri seçerken zorlandıkları görülür.

Bir diğer örnek ise Filipinler’de yaşayan Hanunoo halkının konuştuğu dilde pirinç türlerini ifade etmek için 92 çeşit kelimenin olmasıdır. İngilizce konuşan bir birey en fazla iki ya da üç türü ayırt edebilirken, bu dili konuşan insanlar 92 türü birbirinden ayırt edebilir. Bunun sebebi ise her bir tür için farklı bir kelimenin olması ve bu kelimeleri kodlayarak bunları etkili bir şekilde algılayabilmeleridir. İngilizce konuşan bir birey için pirinç sadece pirinçken, Hanunoo dilinde bu, örneğin X türü bir pirinç olabilir. Belirli bir türü diğerinden ayırt etmesini sağlayan mekanizmanın kilit noktası o kelimenin o insanın dilinde olması ve onu kodlamış olmasıdır.

Ayrıca, Avustralya’nın güneybatısında yaşayan Kuuk Thaayorre[3] insanlarının dilinde sol ve sağ gibi yön kavramlarının olmaması bunların yerine doğu, batı, kuzey, güney gibi kavramları kullanmaları iyi bir örnek olabilir. Örneğin ‘’Sol ayağının arkasında bir şey var.’’ demek için ‘’Batıdaki ayağının güneyinde bir şey var.’’ demek zorunda kaldığınızı düşünebiliyor musunuz? Bu insanların yön algıları ile bizim yön algılarımızın aynı olduğunu düşünmek mümkün olabilir mi?

Peki gerçekten de dil düşünme biçimimizi ve gerçeği algılama şeklimizi etkiliyor mu? Psikologlar ve dilbilimciler bu konu üzerine yıllarca sonu gelmez tartışmalar içine girdi. Sapir-Whorf Hipotezi’ni eleştiren bilim insanlarının sebebi böylesine bir kuramın bilimsel olarak test edilebilmesinin imkansız olmasıydı. Çünkü zaman algısı bizimkilerden çok farklı olan Hopi[4] halkının her birine ‘’Zamanı nasıl algılıyorsunuz?’’ diye sormak anlamsız bir soru olmakta öteye gidemezdi elbette. Ancak anlattıklarım size açık gelmediyse dilin düşünce üzerindeki etkisini bir de şu açıdan görelim.

Çiftdüşün tekniği birbirine tamamen zıt iki görüşün aynı anda savunulmasıdır.

George Orwell’ın 1984 kitabını okuyanlar bilir ancak bilmeyenler için anlatalım. Romanda hayali Okyanusya devletinin resmi dili Yenisöylem’dir (Newspeak) ve bu dil sayesinde vatandaşlarının eleştirel düşünmesinin önüne geçmeye çalışır. Hatta düşünme ve ifade biçimlerinin daha da az olmasını sağlamak için kelime sayısının azaltılması bile düşünülür. Çiftdüşün (doublethink) tekniği ise romanda sıklıkla geçen bir terimdir ve birbirine tamamen karşıt iki görüşü aynı anda savunmaktır. Bu teknikle vatandaşların akla mantığa sığmaz olayları bile kabul etmesi beklenir. Kitaptan örnek verecek olursak:

‘’WAR IS PEACE.’’               ‘’SAVAŞ BARIŞTIR’’

‘‘FREEDOM IS SLAVERY.’’                ‘’ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR.’’

‘’IGNORANCE IS STRENGTH.’’              ‘’CAHİLLİK GÜÇTÜR.’’

Bir yangına sebep veren kelime eksikliği, değişen zaman ve gerçeklik algıları, çiftdüşün…

Söz konusu kuram bilim dünyasında uzunca bir süre daha tartışılacak gibi görünüyor. Bilim insanları dil hakkında şu ana kadar bildiğimiz her şeyi yerinden oynatacak bu kuram hakkında tartışadursun biz de düşünelim, dilimiz izin verdiği müddetçe.


[1] Liberya’da 350.000, Sierra Leone’de 5.000 kişi tarafından konuşulan dil.

[2] Zimbabve’nin resmi dillerinden olan ve Afrika’da konuşulan dil.

[3] Avustralya yerlileri.

[4] Whorf, Hopi halkının dilini araştırmış ve bu dili konuşan insanların zaman algılarının farklı olduğu keşfetmiştir.

Kaynakça:

Wikipedia

Linguistic Society

How language shapes the way we think | Lera Boroditsky

The Sappir-Whorf Hypothesis: Worlds Shaped by Words


Tags: