Bildiğiniz üzere Kayıp Rıhtım kısa süre önce çok güzel bir oylama yaptı: 2016 Yılın EN’leri Oylaması. Öncelikle böyle güzel bir işe girişen Kayıp Rıhtım ailesini ve oylamada derece alan herkesi tebrik etmek istiyorum.

Bugünkü konumuza gelirsek adayları okurların sunduğu ve yine oylamayı okurların yaptığı Kayıp Rıhtım Okur Ödülleri oylamasında Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları, Yılın En İyi Genç-Yetişkin Kurgusu olarak birinci seçildi. Ve aynı kitabın çevirmeni Aslı Dağlı, Yılın En İyi Kurgu Çevirisi Roman/Öykü kategorisinde ikinci sırada yer aldı. Ben de soluğu Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları serisini okuyan bir okur tarafından “onun da tuhaf gücü yaptığı çeviriler” diye belirtilen Aslı Dağlı’nın yanında aldım ve özellikle okur ve çevirmen kişiliği üzerine konuştuğumuz bu çok keyifli bir röportajı gerçekleştirdik. Sizlere de keyifli okumalar!

Merhabalar Aslı Hanım. Okur odaklı olan bu oylamada çevirdiğiniz kitap Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları Yılın En İyi Genç-Yetişkin Kurgusu alanında birinci ve çevirinizse Yılın En İyi Kurgu Çevirisi Roman/Öykü alanında ikinci seçildi. Öncelikle tebrik ederim.

Teşekkür ederim.

Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları’nı çevirirken özellikle sevdiğiniz, takıldığınız veya rahatsız olduğunuz noktalar oldu mu?

Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları’nı çevirirken –ilk kitaptan değil; üç kitaplık seri üzerinden konuşuyorum– çeviri sırasında zor olan şey şuydu: Bu seri sadece bir genç-yetişkin edebiyatı örneği değildi. Hem fantastik öğeler içeriyordu hem de gotik edebiyata giriş niteliğindeydi. Fantastik kurguyla birlikte gotiğin o karanlık havasını verirken tabii ki zorlandığım yerler oldu. Biliyorsunuz ki Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları yazarın ilk kitabı ve ardından diğer kitaplar geliyor. Ve bu sırada RansomRiggs’in yazım tarzının da nasıl geliştiğini görüyoruz. Yani ilk kitap nispeten daha kısa cümlelerden oluşurken en son kitapta 16 satırlık tek bir cümle vardı örneğin. Gittikçe karmaşıklaşıyor. İster istemez o cümleler uzadıkça, betimlemeler dallanıp budaklandıkça eylem sıralamalarını yerlerinde tutmaya çalışmak kelimenin tam anlamıyla göbek çatlatan bir şeye dönüşüyor. Ama öteki taraftan çok sevdiğim yanları da oldu: üç kitapta da yazarın yaptığı göndermeler bence çok keyifliydi. Mesela ilk kitaptaki Günler Haritası. İkinci kitapta Londra tarihinin içine girmek. Üçüncü kitapta Panoptikon ve Bentham. Bu serinin belki de en tatlı yanı, farklı yaşlarda okuyuculara bambaşka dünyalar sunuyor olması. Kitabı 12-13 yaşlarında bir çocuk okuduğunda akranı sayılabilecek yaşta çocukların maceralarının içine dalıyor. Ama yaşı biraz daha yetişkine yakın okuyucular Dünya Savaşı’nın Londra üzerindeki etkilerini okuyor. Uzun lafın kısası… Bu kitabı çevirirken uzun cümleler her ne kadar canıma okuduysa da bahsettiğim göndermeler yaptığım işten o kadar çok keyif almamı sağladı.

Bu kitap aynı zamanda dünya çapında da çok ses getiren bir kitap oldu ve uzun süre Bestseller olarak kaldı. Filmi de çekildi. Film çevirisi yapılırken diyalogların çevirisinde size danışıldı mı ve filmi izlediyseniz izlerken kitapla karşılaştırdığınız zaman “Burası olmamış.” Dediğiniz yerler oldu mu?

Öncelikle şunu itiraf etmem gerekir ki çalışma yoğunluğum yüzünden henüz filmi izleyemedim. Zaten hiperaktivite sorunu yaşadığımdan ve beni yerimde tutabilen tek şey kitaplar olduğundan filmi henüz izlememiş olmam pek garip bir durum değil. Ama öteki taraftan şunu söyleyebilirim: Hayır, altyazıların çevirisi sırasında bana danışılmadı. Ve ben danışılmış olmasını dilerdim. Çünkü şöyle bir durum var:kitabın çevirisi sırasında çocukların tuhaf becerilerine, karşılaştıkları yaratıklara, bastıkları topraklara Türkçe karşılıklarını bulan benim. Kelimenin yazar tarafından uydurulmuş olması durumunda ona uygun bir kelime uyduran da benim. Dolayısıyla okuyucu o dünyayı benim kelimelerimle biliyor, tanıyor. Dolayısıyla altyazılar çevrilirken aynı kelimelere, aynı ifadelere sadık kalınması gerektiğini düşünüyorum. Öte yandan, Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları özelinde konuşursak filmi izlemediğim için sadık kalınıp kalınmadığını kestiremiyorum. Bu konuda hiçbir okuyucunun, filmi izleyen kimsenin isyan ettiğini de duymadım. Ama sektörün genelinde böyle bir hata yapılıyor. Türkiye’de bir kitap çevriliyorsa, ardından onun filmi yayınlanacaksa altyazıların, kitabın çevirmeni tarafından Türkçeleştirilmesi gerektiğine inanıyorum.

Ben çeviriniz olan Kafes’i okurken şöyle bir şey yaşadım. Otobüste giderken Kafes’te tam olayların geliştiği yerleri okudum ve uzun da bir otobüs yolculuğu yaptım. İndikten sonra şunu fark ettim kafamı önüme eğerek ve hiçbir yere bakmayarak yürüyorum. Bir sonraki otobüs durağına geçene kadar aynı kitaptaki gibi bir yere bakmadan yürümeye devam ettim. Elimde bir bandaj olsa gözümü kapatıp el yordamıyla yürüyecekmişim gibi. Böyle kurgu kitaplarını çevirirken sizde bu tarz bir etki yarattı mı?

Yaratmaz mı? Ama ben duruma, “Aman tanrım!Ne kadar klostrofobik!” şeklinde yaklaşmıyorum. Öncelikle şunu belirtmeliyim: Bir kitabı çevirmeye başlayacağım zaman öncesinde o kitabı okumuyorum. Bana kalırsa bu durum, kitabın hakkını ve ruhunu daha iyi yansıtarak çevirmeme yardımcı oluyor. Çünkü okuyucunun heyecanlanması gereken yerde ben de heyecanlanıyorum. Çünkü o sırada hem çevirmen hem de okuyucuyum.Çünkü sizin gerilmeniz gereken yerde ben de geriliyorum. Bu da ister istemez cümle yapılarına, seçilen kelimelere ait oldukları havayı veriyor. Kafes’e gelince –kitap epeyce okunduğundan sürprizkaçıran olmayacağını umarım ama Kafes’i henüz okumamış olanlar buradan sonrasını okumasa iyi olur- o köpeğin öldüğü sahneyi bayağı ağlaya ağlaya çevirdim. Şöyle hayal edebilirsiniz: gözlerim kaynak cümlede, ellerim klavyede yazıyorum yazmasına ama her şeyi bulanık görüyorum çünkü aslında hüngür hüngür ağlıyorum. İkincisi daha dehşet vericiydi. Tom’un diğer evlere yiyecek bir şeyler bulmaya gittiği sayfalarda şöyle bir sahne vardı:Ellerini kâsenin içine atar, vıcık vıcık yuvarlak bir şeyle bir dondurma kaşığı bulur ve elinde tuttuğu şeyin yerinden oyulmuş bir göz olduğunu anlar. Şu anda da tüylerim diken diken. O anda da öyleydim. Ben onu yaşadım. Çünkü o sırada kitaba okuyucu olarak yaklaştığım için benim de aklımdan, “Bir dakika… o vıcık vıcık şey ne olabilir? Aman Tanrım, göz bu!” diye geçiveriyor. Korkunçtu. Ve kitabın sonlarına doğru Malorie’nin, Tom’un sesini nehirde duyduğu an. O sırada henüz hikâye nihayetine ermediği için, Tom yaşıyor mu yaşamıyor mu bilmediğimiz için Tom’un bir yere gitmeyi başardığına ve yaşadığına çok inanmıştım. Malorie nehirde o sesi duyduğu anda, “Ah!” dedim, “Yaşıyor, ölmemiş adam.” Gözlerim doldu. Sonradan fark ettim ki yayınlanan bir ses kaydıymış ve Tom ölmüş. Ona da bayağı bir hıçkırdım. Öte yandan türü gereğince Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları serisinde, “Aklım uçtu,” diyebileceğim böylesine net örneklerim yok. Yalnız ikinci kitabı çevirirken başımdan şöyle bir olay geçti. O sıralar bir dizi izliyorum ve dizinin giriş sahnesinde alevler içinde bir ahır vardı. Ahırda da atlar… Ahırın sahibi daha sonra olayı başka birine anlatırken, “Atlar yanarken çığlık atarlar,” diyordu. Başlı başına bu bile bana yetmişti. Derken ertesi gün Gölge Şehir’i çevirirken iki atın ölü bedenlerinin tek bir cümlede betimlenmiş haliyle karşılaştım. Bu ikisi birleşince de bir hafta boyunca çığlıklar atarak ölen atlar gördüm rüyalarımda.

Çevirinin yanında çok fazla kitap okuduğunuz biliniyor. Sizi özellikle kendine çeken bir kitap türü var mı?

Var, tam olarak çevirdiğim yönde kitaplar okuyorum aslında. Fantastik severim, bilimkurgu severim diye ayırmayı çok sevmiyorum. Tuhaf kitapları seviyorum ve tuhaf kitaplar okumaktan çok keyif alıyorum. Kitabın türü ne olursa olsun eğer tuhafsa ve gerçekten benim içimdeki o merak hissini besliyorsa beni kendine çekiyor. Hele Peregrine serisindeki gibi göndermelerle bezenmesi kitabı benim için tadından yenmez hale getiriyor. Ama şöyle, kurgudışı hiç okumuyorum çünkü benim için kitap okumak biraz içinde bulunduğumuz dünyadan kopup bambaşka bir dünyaya gitmek demek. Ders verir nitelikte, didaktik cümleler okumak bana o noktada haz vermiyor. Onun dışında genellikle fantastik, bilimkurgu ve polisiye okuyorum. Zihnimin temiz olduğu zamanlarda fantastiğe ve bilimkurguya dadanıyorum. Beynimin aşırı yüklenmeye başladığını hissettiğim anda da polisiyeye yöneliyorum çünkü onun verdiği o merak hissini, o akıcılığı, kitabı kapattığım anda, “Oh, bitti!” demeyi ve ertesi gün ondan hiçbir şey hatırlamamayı da bir yerde seviyorum.
Kurgu kitaplar seviyorum dediniz ve okuduktan sonra hayatımda hep yeri olacak dediğiniz bir kurgu var mı?

Şu noktada biraz klişe olacak ama yaşım itibariyle Yüzüklerin Efendisi’ni anmazsam olmaz. Yine yaşım itibariyle Ejderha Mızrağı serisini de öyle. Fantastik edebiyatta bu ikisini sayabilirim. Bilimkurguda ise Dune serisinden girerim ve Isaac Asimov külliyatından çıkarım. Yıkıma Giden Adam, Kaplan Kaplan, Parfümün Dansı, Görünmez Canavarlar, Golem ve Cin, Amerikan Tanrıları, Yolun Sonundaki Okyanus…ve dahası. Hep hayatımda olacaklar.

Benim ilk polisiye kitaplarım, Jean Christophe Grange kitaplarıydı ve okumaya başladığımda ilkokuldaydım. O dönem çok fazla silah, dövüş tekniği öğrendim ileri zamanlarda aklımda kalacak. Sizin de bu şekilde öğrettikleriyle hayatınızda yer eden bir yazar oldu mu?

Epeyce. Eskiden en sevdiğim polisiye yazarı Grange’dı.  Ama Grange’la ilgili şöyle bir sıkıntı yaşamaya başladım zaman içerisinde, sanki kitapları satsın diye her birinde farklı bir ulusa ve ırka sesleniyor gibi hissettim. Kurtlar İmparatorluğu Türkiye çerçevesinde dönen bir hikâye olduğu için ardından yazdığı Koloni’de Ermeni mevzusunu sürekli öne getirmesiyle durumun farkına vardım. Lionel Kasdan diye bir dedektifi vardır Koloni’de. “Dedektif topuklarının üstünde döndü,” veya, “Kasdan topuklarının üstünde döndü,” diyebilir ama öyle demiyor. “Ermeni Dedektif LionelKasdan topuklarının üstünde döndü,” veya, “Ermeni Dedektif bugün hamburger yedi,” demeyi tercih ediyor. Burada korkunç bir pazarlama kaygısı var ve bunu görmek beni rahatsız etti. Derken o sırada Maxime Chattam’la tanıştım ve benim gözümde Grange’ı katladı. Maxime Chattam muazzam bir yazar ve kısa zaman içinde en sevdiğim polisiye yazarı oldu. Bütün kitapları gerçek kavramlara dayanır. Dolayısıyla ben Watergate Skandalı’nın detaylarını da MaximeChattam’ın bir kitabında öğrendim,Gaia Teorisi’nin sosyolojik yansımalarını ve bunun seri katil sınıflandırmasında nasıl bir şeye dönüşebileceğini de. Karanlık Sırlar polisiye olmasına rağmen aslında buram buram siyaset kokan bir kitapken Gaia Teorisi bambaşka bir şeydi. Kara Büyü’de ölüme yakın deneyime odaklanırken bir diğeriyle1700’lü yıllara gittim. Diyebilirim ki polisiye adına öğrendiğim en çok şeyi Maxime Chattam kitaplarından öğrendim.

Türk Edebiyatı’nda sizin için daha özel olan bir dönem vb. var mıdır?

Şöyle ki, bunu daha önce de konuşmuştuk seninle, Türk yazarlarının, Türk sinemacılarının, Türk dizi yapımcılarının, Türk senaristlerinin her şeyin içine dramatik öğe katma alışkanlıklarından çok haz etmiyorum. Dolayısıyla Türk Edebiyatı konusundaki bilgi birikimim çok kısıtlıdır. Öteki taraftan lise hayatımı 80’ler siyasi tarihini anlatan kitaplarla geçirdim. Oya Baydar, Pınar Kür, Buket Uzuner. Vedat Türkali’yi de anmazsam olmaz. Uzunca bir dönem bu dört yazarın etrafında dönüp durdum. Şimdilerde Göktuğ Canbaba okuyorum, Galip Dursun okuyorum, Murat Dural okuyorum, Funda Özlem Şeran okuyorum. Bu beni daha çok mutlu ediyor. Ben Türk Klasik Edebiyatı’ndan zevk almayı beceremiyorum sanırım. Yani elime defalarca alıp bıraktığım kitaplar var. Mesela hayranı çok olmasına rağmen Orhan Pamuk okuyamıyorum. Hayatımda yarım bıraktığım iki kitap vardır, ikisi de Orhan Pamuk kitaplarıdır. Ama onun dışında Türk Edebiyatı’nın şu anda geldiği nokta, genç yazarların ortaya çıkması, o dramatik havanın ortadan kalkması, Türk yazarların artık bilimkurgu, korku, gezi romanı yazabiliyor olmaları, süreç romanı yazabiliyor olmaları bana çok keyif veriyor. Dolayısıyla dediğim gibi, klasik döneme dair bilgim neredeyse hiç yokken, zorla okuduğumdan hiçbirini hatırlamıyorken ya da hatırlamayı reddediyorken şu son beş sene içerisinde çıkan kitapları gördükçe mutlu oluyorum.

Okurken daha çok zevk aldığınız bir akım var mı?

Gerçekten müptelası olduğum akım yeraltı edebiyatıdır. Yeraltı edebiyatı da benim için Chuck Palahniuk çerçevesinde döner. O adamın yazım tarzını, düşüncelerini ifade ediş şeklini, çevirmenlerinin kullandığı kelimeleri ve akıcılığını çok seviyorum. Birçoğunu İngilizce de okudum ve İngilizcelerinde ne hissettiysem çevirilerinde de aynı şeyi hissetmiş olmam, çevirmenlerin muazzam başarısına işaret ediyor. Hiç utanmadan Tom Robbins’i de yeraltı kategorisine koyacağım. Bu akım ve bu iki yazar benim için çok kıymetlidir. Öyle ki dövme yaptırmaya başlamamın nedeni Chuck Palahniuk, hayatta bazı şeyleri farklı görmeye başlamamın nedeni ise Tom Robbins’tir.

Çeviri yaparken kullandığınız dil, günlük hayatınızda yazdığınız şeylerde kullandığınız dil çok akıcı bulunuyor. Çok okuyan insanların aklında genelde kurgular oluşur. Şimdi birçok kişinin sorduğu bir soruyu soracağım, eğer varsa bunları yazıya dökecek misiniz?

Bu benim için iki farklı başlık altında değerlendirilecek bir konu. Bunlardan ilki şu; hayatımda en bilmediğim şeylerden biri planlamadır. Dolayısıyla, hayır, aklımda kurgu belirmiyor. Ama bu, şu demek değil;misal olarak Facebook’a yazdığım yazılardan bahsedelim, beğenildiğini söylediğin yazılardan. Benim o yazıyı yazmaya başlarken bir meramım oluyor. Diyelim ki “Işık benim gözümü alır,” demek istiyorum. Benim aslında söylemek istediğim, söyleyeceğim şey budur. Sadece bunu bilirim yazmaya başlarken. Yazmaya başladığım sırada da o yazının girişi, gelişmesi ve sonucu kendi kendiliğinden oluşur. Dolayısıyla benim için yazmak önceden planlanan, önceden kurgulanan, önceden, “Evet, benim şöyle bir hikâyem var, şimdi bunu şuralardan ve şuralardan derinleştirmem lazım,” denilebilecek bir şey değil. Benim için yazmak, kâğıdın kalemin veya bilgisayarın başına oturup yazmaya başladığım an gerçek olur. Çünkü ben onu yazmaya başladığım zaman sonu gelir. Şimdi, yazmak ister miyim? Evet, çok isterim. Bu konuda hiç tereddüdüm yok açıkçası. Öteki taraftan ne yazacağımı biliyor muyum? Hayır, ne yazacağımı bilmiyorum. Ama asla ne yazacağımı bilmeyeceğim çünkü asla o kurguyu kafamda oluşturmayacağım. Canımın yazmak istediğini hissettiğim bir gün oturacağım ve yazmaya başlayacağım.

İkinci mevzu da şu;bu kitapları çevirirken, yazarken ne yazık ki bir de hayatta kalmamız gerekiyor. Kitap yazmak, kişinin tüm zamanını ve zihnini ele geçiren bir süreç. Çeviriye yer bırakmayan bir süreç. Geçim derdine yol açabilecek bir süreç. O yüzden biraz daha beklemesi gereken bir süreç.

 Çevirdiğiniz kitaplar arasında sizin için çok özel bir kitap var mı? Tabii ki çevirdiğiniz tüm kitaplar sizin için özeldir fakat “Benim çevirim budur!” dediğiniz bir kitabınız var mı?

Yine evlat ayırma noktasındayım ve gerçekten gözüm çevirdiğim kitaplara kayıyor. Buna iki cevap vereceğim. Ben Kafes’i çok sevdim ve evet, benim çevirim budur. Ama öteki tarafta Gezginler’in payını asla yadsıyamam. Gezginler, Eduardo Galeano’nun Latin Amerika’nın Kesik Damarları kitabından çok fazla alıntı yapan bir kitap olduğu için; hem sosyolojik, hem kültürel, hem coğrafi hem de tarihi anlamda çok acayip bilgiler içeren bir kitap olduğu için o kitabın yeri bende çok farklıdır. Benim en az satan çevirimdir ancak eğer bireye kazandırdıkları konusunda bir kıymet ölçütü yaratıyorsak okuyucunun öğrendiği şeyler açısından en zengin kitap da Gezginler’dir.

Bana vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum. Tekrardan oylamadaki başarınız için tebrik ederim. Gelecek işlerinizde başarılar.

Teşekkür ederim.

Aslı Dağlı hakkında daha fazla bilgi edinmek için yazarımız Çağdaş Varol’un kendisiyle yaptığı bir diğer röportajı okuyabilirsiniz. https://www.ceviriblog.com/2016/03/24/ceviri-blog-bugun-de-asli-dagli-ile-bulustu/

Tags: