Yılların sorunudur: Akıcı bir okuma ve anlama için yerelleştirme yapılmalı mı, yoksa ortaya konan ürünün çeviri olduğu belli olsun ve bu bilinçle tüketilsin diye bazı unsurlar biraz yabancı mı bırakılmalı? Bazen bu soruya cevap vermek o kadar da kolay değil. Sözgelimi, yabancı olduğu bariz olan bir dizide karakterlerin adını Türkçe yaparsanız veya karakterlere “Allah razı olsun, Allah’a şükür, estağfurullah” gibi cümleler söyletirseniz elbette bu, işi şakaya vurmaktan öteye geçmeyecektir.  Çeşitli yaklaşımları irdelemeye başlamadan önce, bu yazıdaki “yerelleştirme”yi bir terimden çok, kaynak metni hedef dile aktarırken kullanılan genel metodoloji olarak anlamak gerekiyor. Yani söz konusu olan, alışılageldiği gibi, örneğin ünlü bir teknoloji markasının yerelleştirmesini yapmak ve ürünü yerel bir pazara sunmak değil; çeviri yaparken karşılaşılan ikilemler ve gel-gitler bütünü. Başka bir deyişle: Kaynak metne sadakat ile erek metindeki akıcılık arasındaki çizgiyi nereden çekeceğiz?

İlk bakışta akla gelen argüman, yerelleştirmenin veya sadakatin olup olmamasından ziyade, ölçüsünün önemli olduğu. Dizi-film örneğinden devam edersek, komik görünmemek için belki karakterlere “Allah razı olsun” dedirtmeyiz ama, karakterleri çok da “yabancı” konuşturmamanın da bir o kadar önemli olduğunu düşünürüz. Yani karakterimiz her nasıl ki birdenbire bizden biri olmadıysa, aynı oranda, karakterin dediğini anadili Türkçe olan izleyiciler de anlayabilmeli, örneğin; erek metinde karakter her olayda “bahse girerim” deyip, iddia belirten cümleler belki de kurmamalı, çünkü bu gibi ifadelerin anlamı aslında bahse ya da iddiaya girmek değil, Türkçe’de “Kesin öyle olur zaten”, “Görürsün böyle olacak” türünden ifade edilebilecek, aslında son derece günlük deyişler. Bir başka örnek de, Anglofon dünyada günlük dilde yine sık sık kullanılan ancak Türkçe’de pek de yeri olmayan: “Bu hiç adil değil!” ifadesi. Normal bir akışta dizi-film izlerken ya da bir metin okurken karşımıza bu ifade çıksa, herhalde ne oldu da birden hukuki bir bağlama düşüverdik diye düşünmeden edemeyiz. (Özellikle çocukken annemin bana okuduğu kitaplarda bu ifadeyi her duyduğumda ne kastedildiğini anlayamazdım; “adil”in anlamını bilmediğimden değil, birden neden adaletten bahsedildiğini anlayamamamdan). Ayrıca bir de bu kadar net olmayan, tartışmaya daha fazla açık olan, hem de günlük dile ait kullanımlar da var. Örneğin, ilkokulda öğrendiğimiz sıklık zarflarından “rarely”. Dilimizde doğrudan ve birebir bir karşılığı bulunan bu sözcük, cümle içinde kullanıldığında bazen hiç de birebir çeviri yapmayı gerektirmiyor. (Türkçe konuşurken “Sinemaya nadiren giderim” cümlesini duymuş olma ihtimalimiz, “Pek gitmem” ya da “Sinemaya gider misin? -Çok nadir,” cümlelerini duymuş olma ihtimalimizden sanıyorum daha az.) Tüm bu sebeplerden, iki uçtan kaçınmayı tercih eden çevirmen grubundan olsak bile, çizgiyi nereden çekeceğimiz sorusu bâki.

İkinci olarak bahsedilebilecek, bununla bağlantılı bir unsur ise elbette çevirinin hedefi, yani o meşhur skopos kuramının ana fikri. Vermeer’in kulakları çınlasın; okul sıralarında kuram dersinde kendisinin çalışmalarına gereken özeni göstermemiş olabiliriz. Ancak iş uygulamaya dökülünce, kuramlar insanın zihninde yüzmeye başlıyor ve çeviri yaparken istesek de istemesek de aslında kuramı uygulamış olduğumuzu fark ediyoruz. Skopos kuramını çok basit bir okumayla yorumlarsak, “Çeviriyi nasıl yaptığınızı o çevirinin amacı belirler” diyebiliriz. Örneğin, felsefi olan veya felsefi kavramlardan yararlanarak çözümlemeler sunan, özellikle akademik düzlemde olan bir kaynak metni çeviriyorsak, “contingent” görünce gönül rahatlığıyla “olumsal” demek ihtimal dâhilindedir, çünkü bu kavram her ne kadar okurların sözlüğe bakmasını gerektirebilse de, akademide ve çeviri eserlerde oldukça yüksek bir oranda yerleşmiştir (elbette her “yerleşik düzen” gibi, bu sözcüğü kullanmayı çeşitli haklı sebeplerle reddedenler de olabilir ve her bir çevirmenin skoposu farklı şekillerde tezahür edebilir). Fakat aynı kavram bu anlamda değil de günlük akışta kullanılıyorsa, başka bir deyişle, amaç felsefedeki nüansları gözetmek değil de zengin İngilizce’nin sözcük dağarcığından sadece o havalı “contingent” sözcüğünü seçmekse, o zaman bağlama göre “rastlantısal, “olasılık dahilinde”, “mümkün” gibi birçok ifade kullanabiliriz. Bir başka örnek ise, Türkçe’ye birebir çevrilince belki çoğu kişinin garipseyeceği ve hatta gündelik dilde kullanmayacağı, ancak akademik metinlerde artık sık sık gördüğümüz (bir, iki, üç) on yıl” (decade), “emek-yoğun” (labor-intensive) gibi kavramlar. Ancak işin bir de sözcükten öte olan boyutu var. Örneğin, çeviri yaparak belirli bir amaç güden bir çevirmen, skoposu sözcük ölçeğinde uygulamayı tercih ettiği gibi genel söylem ölçeğinde de uygulamayı tercih edebilir. En basitinden, erek dilde veya kültürde yaygın olmadığını düşündüğü bir kavram varsa, sözcük olarak yeterince yerleşik bir tercih yapmış olsa bile kaynak metinde olmayan ilave cümleler kullanabilir. Bu durumda çevirmenin sınırları aşıp aşmadığı ya da ortaya koyduğu metnin çeviri mi, yoksa yorum mu olduğu –ayrıca ne ölçüde olduğu- tartışmalıdır. Sözgelimi, eğer çevirmen didaktik bir amaç güdüp kendisinin de benimsediği belirli bir düşünce akımını erek kültürde “yaymaya” çalışıyorsa, kaynak metinde olmayan ifadeler ve açıklamalar kullanabilir. Hatta buna belki olmayan yerde ünlem işareti kullanmak bile dâhil olabilir. Öte yandan, çevirmen bu ilavelerini asgaride tutuyor ve yalnızca erek dildeki okur kitlesinin anlama kapasitesini arttırmayı hedefliyorsa, kullanılan ifadeler yorum değil, “zararsız açıklama” sayılabilir.

Bir de sözlerin aktarıldığı kaynak önemlidir; söz konusu olan yazılı değil, sözlü çeviri olabilir ve sırf bu sebepten tutumumuz değişebilir. Sözlü çevirinin anlık/neredeyse anlık olmasından ötürü, çevirmen daha doğal bir dil kullanma eğiliminde olabilir- hatta belki bunu terim kullanımını gerektiren ve özel bir çalışma alanına ait olan bir konferansta bile yapabilir. Söz konusu olan dil gibi kültürel ve bağlama dayalı bir olgu olunca, kesin yargılara varmak da imkânsıza yakın oluyor. Ve sanıyorum artık söylememe gerek yok, “olabilir, sayılabilir” vs. derken, bu edimlerin ihtimal dâhilinde olduklarını kastediyorum; ille de makbul olduklarını değil.

Yazının sonunda değinmek istediğim nokta ise kurgudışı çeviri kitaplar. Bu kitapların tamamı değilse bile çoğunda, okurken sürekli geri dönme ihtiyacı hissettiğiniz ve konu hakkında kendi bilginizden şüphe duyduğunuz oldu mu? Yanlış anlaşılmasın; kastettiğim yanlış ve dolayısıyla “kötü” çeviriler değil- bu şekilde nitelendirdiğimiz çeviriler zaten bir analize konu olmayı bile hak etmiyor olabilirler. Kastettiğim, insanın anadilinde bile okurken zihnini zorlayan, genellikle başka bir açıdan düşünmeyi gerektiren ve çoğu zaman yerleşik felsefi, sosyolojik vb. kuramlara atıfta bulunan kitaplar. Ülkemizde birçok saygın yayınevi bu tür kitaplardan çokça yayımlıyor ve toplumumuzun düşünce yapısına büyük bir katkı sunuyor. Peki bu yazı özelinde bahsettiğimiz “çizgiyi çekme” konusunda bu tür çeviri eserler nerede durmalı? Bir pasajı çevirirken, çevirmenin amacı erek toplumun düşünce yapısına katkı sunmak olup olabildiğince açıklayıcı ve akıcı bir anlatımın mı yolunu tutmalı; yoksa akademik düzlemde kalıp yalnızca belirli bir kesime mi hitap etmeli (bu tür kitapları çevirenlerin çoğunun alanında uzman akademisyenler olduğunu hatırlatırım)? Her iki durumda bile cevaplar farklı olabilir. Kimine göre, tam da toplumun düşünce yapısına katkıda bulunulacaksa kaynak metindeki teknik, terimsel dil korunabilir; öteki türlü toplum nasıl gelişsin? Kimine göre ise, ilk akla gelen şekliyle, kitlelere hitap edilecekse dil basitleştirilmelidir (çünkü “halk” dediğimiz kitle, ancak “basit” dilden anlar belki de?). Cevabımız ne olursa olsun, yöntemler de çeşitlilik gösterebilir. Örneğin, dili zor tutmayı kabul eden iki farklı çevirmenden biri, içi rahat etmeyerek eserin sonunda bir sözlükçe oluşturulmasının taraftarı olurken, bir başka çevirmen de bu işi okura bırakıp onları araştırma yapmaya teşvik edecek bir tutum benimseyebilir. Özellikle Batı aydınlanmasının ürünü olan, Türkçe’de yerleşik karşılıkları pek nadir olan ya da yerleşik karşılıkları olsa bile sakil duran türetilmiş sözcüklerle ifade edilen bazı disiplinler için bu konu çok önemli. Yine gördüğümüz gibi, konu “basit” bir çeviri işi gibi görünse de, çok katmanlı boyutlar işin içine giriyor ve skoposunuzu belirlemek, belirleseniz bile bunu takip eden metodolojinizin ne olacağını saptamak o kadar da kolay olmuyor.

Bu yazı, çeviri konusunda belirli bir reçete sunmuyor, hatta içerdiği örnekler her gün yüzlercesi eklenilerek uzatılabilir ve bu örneklerin her birinin üzerinden geniş tartışmalar yürütülebilir. Yazının yapmak istediği, daha ziyade, iş çeviri olunca çevirmenin aslında dil boyutundan nasıl da çıkmak zorunda kalıp türlü çeşit unsurları göz önünde bulundurması gerektiğinin bir hatırlatması. Hâl böyle olunca, yaptığımız işin ne kadar da akışkan ve geçirimli olduğu, toplumbilimden kültürel çalışmalara, edebiyattan felsefeye, hatta bazen kimyadan matematiğe birçok alanda bilgili olmamızı ve araştırma yapmamızı gerektirdiği daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor ve yazının başlığındaki soru cevabını buluyor: Çizgiyi nereden çekeceğimiz, belli olmak şöyle dursun, her an her saniye değişebilir!



Kaynakça:

Tags: