Çeviri Öğrenciliği Eleştirisi: Üç Kesit
Erkal Ünal
“Bilgiyle, hele felsefeyle iştigal, doğru düzgün, çarpıklıktan uzak bir yaşam kurma yönünde güçlü bir arzudan doğuyor ve bu arzuyu besliyorsa bir anlamı vardır: yoksa çok okumak tek başına en fazla fikir kabızlığı ve malûmat hammallığıyla sonuçlanır.”[1]
“…hümanizmin eleştiri olduğunu; üniversitenin içindeki -ve dışındaki- gidişata yönelik bir eleştiri olduğunu (ki, kendini bir elit oluşumu olarak gören kusur arayıcı ve dar hümanizmin benimsediği konum kesinlikle bu değildir), bu eleştirinin gücünü ve etkisini, demokratik, seküler ve açık karakterinden aldığını söylemeyi isterim.”[2]
Eskiden ‘resmi’ çeviri öğrencisi olan, şimdilerde ise ‘gayrı resmi’ çeviri öğrenciliğini sürdüren birinin çeviri olgusuyla ilgili söyleyeceklerinin, bugün çevirmenlerin içinde bulunduğu durumu anlamak ya da çeviri teorisini tartışmak açısından nasıl bir anlamı olabilir?
Basitçe şöyle denebilir: çeviri serüveninin henüz başlarında olan birinin şimdiye kadarki deneyimlerinden süzdükleri, çeviri süreçlerinde yaşanan sorunlara ne ölçüde işaret edebiliyorsa, o kadar tabii ki. Dolayısıyla şimdi öncelikle yaşam pratiklerimizin özgül bir parçası olan çeviriyle olan ilişkimizde kendimin ve pek çok öğrenci arkadaşımın mustarip olduğunu düşündüğüm bir soruna değinmeye ve daha sonra bu sorunun çeviri teorisi açısından taşıdığı önemi tartışmaya çalışacağım. Bu sorunu bir soruyla özetlemek mümkün aslında. Şimdiye kadar çevirinin nasıl yapıldığını çok tartıştık ama şunu pek sormuyoruz sanırım: Neyi, niye, nasıl bir bağlamda çeviriyoruz?
I. Çeviri Hikâyem
Bu sene gerçekleştirilen üniversite seçme sınavları sonuçlarına ilişkin haberlere bir göz atmışsınızdır belki. Konumuz şimdi çeviri olduğu için yabancı dil sınavının sonuçlarına değinelim sadece. Bölümlerin puanlarının sıralandığı listelere baktığınızda ya da sınav sonuçları açıklanır açıklanmaz soluğu ‘şampiyonların’ yanında alan basın-yayın kuruluşlarının haberlerini okuduğunuzda, üniversitelerin mütercim-tercümanlık bölümlerinin İngiliz Dili ve Edebiyatı ya da İngilizce Öğretmenliği gibi bölümlerden hep daha fazla rağbet gördüğünü kolaylıkla görebileceksiniz.[3] Peki bu hikâye her sene neden hep tekrarlanır? Geriye dönüp baktığımda, mütercim-tercümanlık bölümünden mezun olmuş olan biri olarak benim bu suale verebileceğim cevap aslında çok basit ve çok çocukça belki: O ‘iyi’ diyorlardı da ondan. Mütercim-Tercümanlık daha iyiydi işte.
Çocukların acımasızca yarıştırıldığı ve bir ‘talebe’ olmaktan çok ‘öğrenci’ olmaya zorlandığı bir sınavın içinden sıyrılıp çeviri bölümünü kazanmak birçoklarının gıpta edeceği bir başarıydı. Benim içinse sadece kendimi daha geliştirmenin bir yoluydu bu. Bir kasabanın Anadolu Lisesi’nde okurken kelimelerle hemhâl olmaktan, onların hayat öykülerini okumaktan öyle çok hoşlanırdım ki hangi kitapta veya sınav kağıdında bilmediğim ne kelime varsa onu defterime geçirirdim hemen. Ki bu zamanlarda sınav kağıtlarıyla maalesef daha çok haşır neşir olduğumuzu belirtmeme gerek yok sanırım. Büyüklerimizin meslek sahibi olmak ya da terfi gördüğünde daha çok para kazanabilmek için girdiği yabancı dil sınavlarına hazırlık kitaplarında sorulan kazık ‘kelime testlerini’ çözmek ise en zevk aldığım şeylerden biriydi galiba. Böylece kendimi büyük de hissederdim hani. O halde kelimelere bu kadar düşkünsem ve ‘puanım da yetiyorsa’ neden mütercim-tercümanlık okumayaydım ki? Hem çeviri yapardım – çeviri küçük bir birim olarak kelime ile yapılmaz mıydı bir ölçüde?- hem de ‘iyiydi’ işte ya bu bölüm. Gelgelelim benim yanıma muhabirler gelmemişti; ama soluğu bir mütercim-tercümanlık bölümünde alıvermiştim yine de.
Peşinden tam dört sene geçti ve o zamandan bu yana da bir yıl. Nasıl anlatılsa ki bu zamanlar? Uzun uzadıya anlatmanın yeri burası değil hem bunu ne derece becerebilirim orası da meçhul. Fakat çeviri bölümüyle olan ilişkimi bir ‘kelime’ ile özetlemem istense, yaşadığım deneyimlere veyahut öğrendiğim pek çok şeye haksızlık etmiş olacağımı hissetmek ve hissettirmek pahasına, bu özete ‘hüsran’ adını verirdim sanırım. Bu demek değil ki, bu süre zarfında eğitici dersler almadım, tanımaktan memnuniyet duyduğum ve kendimi şanslı hissetmemi sağlayan insanlarla ve ‘hocalar’la tanışmadım. Fakat küçüklüğünde kelimelere aşkla tutulmuş bir çocuğun hevesi burada artık sönmeye yüz tutmuştu. Ne mutlu ki bu hevesi akıtabileceğim başka mecralar bulabilmiştim; lakin bu sevgiyi çeviri bölümünde büyütemedim galiba. Peki niye?
Çeviriyle doğrudan ilgili, çeviriyle ilgili olmayan pek çok ders almıştık. Zaten ‘minor of everything, major of nothing’ sözü bizi hemen ele veriyordu.[4] Çeviriyle ilgili dersler uygulamayı da kapsıyordu, teorik nitelik taşıyanları da vardı. Fakat benim izlenimime göre teorik dersler hep daha baskın olmuştu. ‘Mektepli çevirmenlerin alaylılar karşısında bir ‘farklılığı’ olmalıydı nitekim. Bu da yapmakta olduğumuz işi eleştirel bir sorgulamadan geçirmekten geçiyordu. Ama nedense, en azından kendi adıma diyeyim, bu eleştirel sorgulama işinde pek tatmin olamadım bölümde okuduğum zaman süresince. Teori derslerinde ortaya konulan çerçevelerin, benim algıladığım dünyayla karşıtlığı anlamında hep içrek bir yapısı oluyordu ve bu da beni tartışmanın dışına çekiyor, tartışmanın diline ait olmayan bir dille konuşmaya zorluyordu. Aklımdaki şu dert yakamı bir türlü bırakmıyordu: Çeviriye giriş derslerinden sonra, yani çeviriden ‘çıktığımızda’ nereye varmış olacaktık? Çeviri üzerine ettiğimiz bu sözler dünyamızın neresine dokunuyordu?
Hisseder gibiyim, her toplantıda konuşmacı konuşmasını bitirdikten sonra kalkıp birinin ona ‘iyi güzel konuşuyorsun da sizin söylediklerinizin ‘gerçek dünyayla’ ne kadar ilgisi var ki’ diye söylenmesine benzer anti-entelektüel bir tavırla karşı karşıya olduğunuzu düşünüyor olabilirsiniz şimdi. Hayır, derslerde konuştuklarımızın ‘gerçek dünya’ ile bir ilişkisi olmadığını düşünmedim hiçbir zaman. Her zaman ‘gerçek dünya hakkında konuştuk Benim derdim, konuştuklarımızın, tartıştıklarımızın, sınıftan çıktıktan sonra içine girdiğimiz dünyayla olan ilişkisinin niteliğine dairdi sadece. Bu anlamda, ‘beni teori ilgilendirmez, pratiğe bakarım’ gibi bir şey söylediğimi umarım düşündürmemişimdir.
Pekâla, bizi alaylı çevirmenlerden farklı bir yere getiren çeviri teorisiyle alıp veremediğim ne vardı ki dertleniyordum böyle? Burada devreye girmesi gereken soru, bir çeviri öğrencisinin çeviri faaliyeti ile olan ilişkisinin nasıl olduğu, öğrenciyi çeviriyle ilişkilendiren etkenlerin neler olduğudur. Her öğrencinin kendisini çeviri bölümüne getiren farklı bir hikâyesi vardır; fakat hikâyenin bundan sonrası nasıl gelişecektir? Çeviri öğrencisi ne umar ve ne bulur? Her kişi buna kendi cevabını verecektir. Ben de kendi cevabımı vereyim şimdi.
Ben ne umduğumu ima etmiştim: kelimelerle dolaysız, mecburiyet gerektirmeden ilişki kurabilmek. Ama benim hayatımı bölümle, daha genel olarak üniversiteyle dolayımlayan ilişkiler neticesinde, umduklarımı gerçekleştirmekte epey güçlük çekeceğimi hissettim en başından beri. Bu belki benim naifliğime bağlanabilirdi; fakat hayallere, ütopyalara da haksızlık etmemek lazım bana kalırsa…
Bir süre önceye kadar üniversitede okumanın öğrenciye göreli bir özerklik sağladığı düşünülebilirdi. Ama bugün için bunu söylemek artık giderek imkânsız hale geliyor.[5] Lisans öğrenimimizi bitirdikten sonra yaşayacağımızı zannettiğimiz o soğuk duş etkisi, artık kendini okul başlar başlamaz hissettiriyor, belli bir soğuklukta kampusün neredeyse her yerine yayılıyor ve okulun bitişiyle de taçlanıyordu. Sudan çıkmış balığa dönmek mümkün değildi artık. Soğuk duşun keyfini çıkaranlar olduğu gibi bedeni donanlar da vardı elbette. Okulda da dışarıda da. Ki zaten bu belki de bazıları için soğuk bir duş kimileri için sıcak bir su akıntısıydı, öyle değil mi? Çeviri öğrencilerinin halleri de doğal olarak farklı farklıydı.
Geçimini sürdürebilmek ve okuluna devam edebilmek için ‘beş para’ etmez metinleri sayfası üç beş milyona dur durak demeden çevirmek zorunda gençler mi dersiniz, bildiği yabancı dilin ve okulunun sembolik sermayesini sırtına yüklenip hizmet sektöründe kariyer basamaklarına adım atarak yeni orta sınıfın yolunu tutanlar mı? Kendine daha mütevazı amaçlar edinip öğretmenlik formasyonu almak için gündüz bölüm derslerine, akşamleyin formasyon derslerine koşturup geceleyin iki üç kuruş için çeviri yapanlar mı dersiniz, okurken kitap çevirmeye başlayıp parasını aylar boyunca alamadıktan ve yayınevlerinin kendilerine reva gördüğü gayri insani muameleden sonra çeviriden soğuyup kendini başka alanların kucağına atanlar mı? Çeviri bölümleri birbirinden ilginç insan manzaralarıyla doludur. Burada resmettiklerim, öğrencilerin çeviriyle kurduğu ilişkinin somut tezahürlerinden yalnızca bazıları, benim aklımda kalanlar.
Bu durumun gençlerin çeviriye olan yaklaşımını nasıl etkilediği sorusu ise bir o kadar önemli bir başka konu. Çevirinin hayatın idame edilmesinde bir araç (ama daha rahat ve konforlu bir meslek bulunduktan sonra bırakılması arzulanan bir araç) olarak görülmesi, metinlerle onların ‘içsel değeri’ üzerinden kurulabilecek doğrudan bir ilişkinin önüne geçmekle kalmıyor, başka türlüsünün de maceraperest olarak algılanmasına yol açabiliyordu. Bu vehamet kendini en açık şekilde, ‘yazılı çeviri’ ve ‘sözlü çeviri’ arasındaki, o sadece analitik olmayan, hayatı ve hayata bakışı tayin edici nitelikteki ayrımda gösteriyordu. Yazılı çevirmenliğe kıyasla sözlü çevirmenliğin çok daha fazla para getirmesi onu çok daha yeğlenir ve itibarlı kılıyordu. Buna karşıt ve yazılı/sözlü çeviri ayrımından da ayrı olarak, kendi ilgileriniz doğrultusunda çeviri yapmak, o lüksü bir şekilde elinde bulunduranlara, ‘çile çekmek’ zorunda kalanlara, ya da ‘hayatta idare etmeyi’ göze alanlara nasip oluyordu ancak. Lafın kısası, herhangi bir çeviriyi nasıl yaptığımızı kimi teorik çalışmalara atıfla pekâla anlatabilirken, (zorunlu sebepleri dışarıda bırakırsak) hayatımızda çeviri faaliyeti ile kendimiz arasında nasıl bir ilişki kurulduğunu (ya da kurduğumuzu) sorabilme cesaretine nadiren rastlanırdı.
Eğer hayatlarımızda, dünyamızda bu olan bitenler, duyumsanan, tecrübe edilen yaşamsal pratiklerse, yalın bir şekilde söylenirse, etimolojik olarak ‘görmek’ demek olan ‘theoria’mız, hangisini tercih edersek edelim, teorimiz ya da kuramımız, bu olguları hesaba katmalıydı o halde. Çeviriyle dilediğimiz gibi bir ilişki kurmanın önüne geçen yapısal engeller varsa, bu engeller de ‘betimlenmeli’ ve teorimiz bu betimlemeyle birlikte özgürce çeviri yapabilmenin olanaklarını da aramalıydı. Mezun olduktan bir sene geçtikten sonra, yaptığımız işe, bu bağlamda çeviriye eleştirel bir sorgulama olarak bakıldığında gayet anlamlı ve değerli bulduğum çeviri teorisinin, özgürce çeviri yapabilmemizi engelleyen olguları göz önünde bulundurması gerektiğini savlayacak ve kendimce bu konudaki görüşlerimi aktarmaya çalışacağım yazının ilerleyen bölümünde.
II. Çevirinin Çevresi
Öncelikle bu arada bir parantez açıp bu yazıda çeviri hakkında görüşlerimi sunarken çeviriyi nasıl tanımladığımı açıklaştırsam iyi olacak. Antonio Sousa Riberio’nun Karl Kraus’a atıfla söylediği gibi, “günümüzde çeviri sözcüğüne ne kadar yakından bakarsak, o dönüp bize daha da uzaktan bakmaktadır.”[6] Fakat biz yine uzaktan da baksak nereye doğru baktığımızı saptayalım ve bu yazıda çeviri ve çevirmen derken, sırasıyla çeviri edimi/pratiği ile bir ‘meslek’ ilişkisi, o ilişkiyi bir meslek olarak icra eden kişi gibi, derdimi açmamı kolaylaştırması niyetiyle nispeten dar bir tanım içinde mercek altına alacağımı söyleyeyim. Şimdi parantezi kapatıp tartışmaya devam edelim.
i) Çeviri Çalışmaları
Yeni kuşak diye adlandırılabilecek çeviri araştırmacıları çeviri olgusunu farklı boyutlarıyla tartışma konusu yaparak çeviriyle bir şekilde meşgul olan insanların ezberini bozdular denebilir. Çoğu zaman salt dilsel bir edim olarak görülen çeviriyle ilişkili her olguyu ve kavramı çeşitli yönleriyle (dil, kültür, toplum, siyaset gibi alanlarla iç içe) ele alarak araştırmacıları değişik alanlara çektiler. Bu sürecin 70’lerden bu yana dünya üniversitelerinde (fakat ağırlıklı olarak Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’daki üniversitelerde) özellikle de sosyal/beşeri bilimler alanında genel bir eğilim olarak disiplinlerin birbiriyle eskisinden daha çok etkileşime girmesiyle ivme kazandığı da bu tespite eklenmeli. Bu disiplinler arasında antropolojiden, iletişim bilimlerine, dilbilimden sosyolojiye kadar birçok dalın ismi anılabilir. Ama bu süreç içinde, çeviribilim[7], çeviri çalışmaları diye farklı adlarla çağrılan disiplinin, 60’ların sonu ve 70’lerin başından itibaren yükselişe geçen bu sürecin içinden doğduğu konusunda mutabakata kolaylıkla varılabilir.
Disiplinlerarası etkileşim ile çeviri olgusu hakkındaki tartışmaların dallanıp budaklanmasının çeviriyle alâkalı herkese belli bir katkısı olduğunu da teslim etmemiz gerekiyor. Her şeyden önemlisi, çok genel bir düzeyde bakılacak olursa, çağdaş çeviri teorileri yukarıda bazılarını andığım dallarla etkileşimi sayesinde çeviri üzerine tartışmanın ufkunu alabildiğine açmıştır. Çeviri pratiği üzerinde teorik düşünüş vurgusu ile çevirinin daha önce konu edilmesi tahayyül bile edilemeyecek veçheleri tartışmanın parçası haline gelmiş ve siyaset mefhumu siyasi metin çevirisi alanının dışına taşmıştır. Bilhassa, son zamanlarda sıklıkla gözlemlenebileceği üzere, genel olarak çeviri ediminin siyasi niteliğine, küreselleşme, kültürel değişim, etik gibi konular üzerine yapılan tartışma ve araştırmalar, çeviri çalışmalarının menzilinin epeyce genişlediğini kanıtlamıştır bize.
Peki nasıl olmuştu da çeviri çalışmaları yukarıda bahsetmeye çalıştığım süreç içinde yükselme imkânı bulmuştu? 70’lerden bu yana akademideki genel eğilimi dönemleştirmek ve niteliklerini sergilemeye girişmeden, şimdi bildiğimiz haliyle çeviri çalışmalarının ‘kültürel dönemeç’le birlikte kültürel çalışmalar okulunun bağrından çıktığına işaret edebiliriz. Hiç değilse, çeviri çalışmalarının gelişiminin bu değişim ile yakından ilişkisi olduğunu söylemek gerek. Hakim düşünsel tartışmaların ana konumunda olan Avrupa’da sökün eden bu değişimin çeviriye bakışı etkilememesi mümkün değildi bir bakıma. Zira çeviri ediminin kendisi de tabiatıyla bu değişim içinde yer etmeye meyilliydi. Örneğin İngiliz tarihçi Gareth Steadman Jones, 80 sonrasındaki sürece ‘kültüre’ değil ‘dile’ dönüş adını verebiliyordu. Bir disiplin olarak çeviri çalışmalarının serpilmesi için belki de en uygun zamandı bu. Fakat bizatihi çeviri çalışmalarıyla ilgili söyleyeceklerime geçmeden evvel, bu disiplinin yükselme imkânı bulduğu süreci anlamak için kullanılan kilit kavramların kendisini eleştirel bir süzgeçten geçirmek gerekiyor.
ii) Küreselleşme vb.
1970’lerden bu yana, demiştik. O zamandan bu yana dünya konjonktürünü nitelendirmek üzere sıklıkla kullanılan küreselleşme kavramına hepimiz artık herhalde aşinayız. Gerek başka disiplinlerde gerekse (o disiplinlerden yararlanan) çeviri çalışmaları alanında çoğu zaman kültürlerin gitgide iç içe geçmesi, akışkanlık ve belirsizlik zemininde görünürlük kazanması olarak tarif edilen bu kavramı, disiplinlerarasılığın faydalarından nasiplenmek niyetiyle, bir de politik ekonomiye başvurarak anlamaya çalışırsak, bu dönemi bir toplumsal ilişki biçimi olarak görülebilecek sermayenin gitgide uluslararasılaştığı ve kapitalist toplumsal ilişkilerin hayatın her alanına daha çok soktuğu bir zaman aralığı olarak ve küreselleşme söylemini de, modernleşme teorisinin yeni bir kılıkla ortaya çıkması olarak görmek mümkün.[8] Zaten aslında akışkanlık ve belirsizlik gibi mefhumların ortaya çıkışının pratik kaynağı da bu süreç içinde anlaşıldığı takdirde, kültürlerin giderek daha çok etkileşime geçtiği savını değerlendirebilmenin yolu açılmış olur. Yoksa, akışkanlık neden şimdi bizim ve çevirinin gündemine yerleşti sorusunu cevaplandırmada zorluk çekeriz. Çeviriyi araştırma nesnesi edinen çoğu çözümlemenin yaslandığı kilit kavramlardan biri olan ‘küreselleşmenin’ açıklanmasında genellikle yetersiz kalındığını ya da bu kavramın gelişigüzel kullanıldığını düşündüğüm için küreselleşmenin ne olduğu konusunda zihinlerimizin olabildiğince berraklaştırılmasının elzem olduğunun altını çiziyorum. Eğer çeviriye olan yaklaşımımızı günümüzdeki konjonktürün içine yerleştirmek istiyorsak, hele ki bu konjonktür çeviri çalışmalarının filizlenmesi ile de çakışıyorsa, böylesi bir tarihselleştirme sıhhatli bir çözümleme için zaruri görünüyor.
Uluslararası ilişkiler uzmanı ve bir çeviri araştırmacısı olan İsmail Kaplan, “Küreselleşme Bağlamında Çeviri Kuramlarına Yeniden Bakış” adlı kısa yazısında, küreselleşmeyi ‘asimetrik güç ilişkileri’ bağlamında değerlendirmek gerektiğini belirttikten sonra, bu kavramı “bugün dünyada halklar, uluslar, sınıflar arasında, dolayısıyla da kültürler, dil toplulukları ve diller arasında eşitsiz bir ilişki olduğu, bu alanda apaçık bir dengesizliğin hüküm sürdüğü anlamında” kullandığını söyler.[9] İşte çeviriyle meşgul olan pek çok kişinin çoşkuyla yüceltiyormuş gibi göründüğü küreselleşme dönemi, tabiatıyla asimetriyi içeren güç ilişkileri bağlamında çeşitli eşitsizlikler yaratan sermayenin önündeki engelleri bertaraf ettiği yolun adıdır aslında. Örneğin, yeni gelişen iletişim teknolojilerinin, elektronik medyanın dünyanın farklı yerlerinde yaşayan insanları şimdiye dek hiç olmadığı kadar birbirine yaklaştırma potansiyeli taşıdığı aşikâr. Ama bu karmaşık bağlantılılık içinde, bu potansiyeli ortaya çıkaran genel toplumsal ilişkiselliğinin, bir başka deyişle sermayenin, tetiklediği potansiyelin demokratikleştirilmesine engel oluşturacak içsel nitelikleri var.[10] İkircikli değil, hakiki bir küreselleşme, tanımını nasıl yaparsak yapalım, ‘kültürler” ancak kendi iradeleri ile birbirine yaklaştığında imkân dahiline girecek. Bu tür bir gönüllü birliktelikten bahsetmenin oldukça güç olduğu günümüzde kültürlerin giderek bir araya geldiklerinden ve dolayısıyla çevirinin öneminin de koşut olarak arttığından bahsetmenin genel olarak çeviri ve bir ‘meslek’ olarak çevirmenlik için teorik/ pratik ne gibi içerimleri olabilir?[11]
iii) İlişkisellikler
Bir sözüne az önce atıfta bulunduğum Riberio’ya göre, çeviriden söz ettiğimizde, örtük olarak “araya girmekten” söz açmış da oluruz. “Çevirinin ‘üçüncü alanı'” der Riberio, “aynı olanla öteki olan arasındaki temas noktasını –sınırı- belirler ve her iki referans çerçevesi arasındaki bir gerilim ilişkisinin varlığına işaret eder. Dolayısıyla ötekinin parçalarını alıp kendi içinde eritmeyi temsil eden herhangi bir sentez veya asimilasyondan kaçınılabilir ve etkileşim tüm kapsamıyla hayata geçirilebilir.”[12] Buraya kadar Riberio’nun söylediklerine temel bir itirazım olmayacak. Çeviri faaliyetinin kendi içinde böyle bir gizilgücü barındırdığına ben de kaniyim. Ama yanıtlanmadan geçilemeyecek olan soru, tıpkı küreselleşmenin ne’liğine dair tartışmamızda olduğu gibi, burdaki tarafları biraraya getiren ilişkiselliğin ne olduğudur? Birinci taraf kimdir, ikinci taraf kimdir ve bu taraflar neden, burada, şu an biraraya gelmişlerdir ki üçüncü taraf olarak çevirmen araya girmektedir? Peki çevirmen nasıl bir pratik içinde, hangi saiklerle hareket etmektedir?[13]
Eğer kültürel çalışmalar okulunun bize öğrettiği iyi bir şey varsa, o da metinleri[14] didik didik okumak olmuştu. Farka yapılan vurgu, çoğu çözümlemede veri alınan türdeşlik yanılsamasını yerle bir etmiş ve daha ince bir bakışa imkân tanıyacak ipuçlarını sunmuştu. Buradan alacağımız cesaretle çeviri konusuna da aynı şekilde yaklaşmalıyız pek tabii. Türdeş bir çevirmenliğin olamayacağını hesaba katmadan yapılacak çözümlemeler her haliyle eksik kalacak. Gelgelelim bizim ‘çevirmenlikten’ bahsetmemizi olanaklı kılan bir gerçekle karşı karşıyaysak, o halde farka yapılan vurguyu biraz da ‘aynı’ olana kaydırmamız gerekiyor. Aksi taktirde, çeviri metinlerini, bir başka deyişle, ‘çeviri alanında'[15] dokunan, örülen ilişkileri kavrama yolunda yaya kalma tehlikesiyle baş başa kalacağız demektir.[16]
Bu anlamda, küreselleşme dendiğinde, bir “şey” olarak değil de bir toplumsal ilişki biçimi olarak sermayenin hayatın dört bir yanına hızla nüfuz etmesini anlamalıyız en azından. ‘Küresel kapitalizm’ kavramıyla da kapitalizmin dünya sathına ilk kez bu kadar yerleştiği kastedilmiyor mu zaten? Çeviri alanı diye nitelediğimiz ilişkiselliklerin de bu ‘ilişki biçiminden’ muaf olduğunu düşünecek kadar safdil bir yaklaşımımız olmamalı o halde. Bu minvalde ilerlersek, görecelilik, belirsizlik gibi kavramlarla küreselleşme tarifi yapanlara, piyasa, meslek, uzmanlık gibi kavramların tarihsel bir yöntemle ‘görelileştirilmesini’, ‘belirlenmesini’ teklif edebilmeliyiz.[17] Zira günümüze damgasını vuran gerçeğin bir yönü de içinde yer alabilmeniz için bir ‘baltaya sap olmanız’ gereken ve bu işi maharetle de yapmanızın beklendiği piyasanın varlığıdır.
İşte piyasa gerçeği çevirmenin nasıl bir pratik içinde, hangi saiklerle hareket ettiğini çoğu zaman belirliyor maalesef. Daha ince ve doğru bir şekilde söylemek gerekirse, çeviri ilişkisi bugün dolaylı ya da dolaysız yollardan piyasa tarafından çevreleniyor. Piyasanın, çeviriyle ilişkili her tür edimi doğrudan etkilediğini iddia etmek, soyut ve indirgemeci bir yaklaşım olurdu elbette. Halbuki piyasanın yarattığı ilişkiler bütününü herhangi bir çözümleme için en azından bir giriş noktası olarak görmek, incelenen tekil olguların özgüllüğünü ve bu özgüllüğün de piyasanın o andaki genel işleyişine nasıl kendi damgasını vurabildiğini anlamak açısından anahtar bir işlev görebilir. Çeviri ilişkisini her bir zaman aralığında ve mekânda başlatan bir dizi bağlam ve nedenler dizisi mevcuttur. Örneğin benim gibi, biraz canı sıkıldığında biraz da amme hizmeti olsun diye, başkalarıyla kendi öznelliğini ve toplumsal ve dünyasal bir kaygısını paylaşabilmek için ‘bedavadan’ çeviri yapma imkânını bulabilen, bu imkânı yaratabilenler de vardır. Ama çeviriyi başka bir iş bulamadığı için, ayakta kalabilmek için tutunulacak bir ‘balta’ olarak görenler de yok mudur? Bu insanların birbirine biraz da olsa benzediğini söyleyemez miyiz?
Öyleyse eğer, yani çeviri alanında piyasanın zehrini zerk ettiği benzer ilişkiler varsa, çeviri yaparken ‘insan gibi yaşamak’, ‘insan gibi yaşarken çeviri yapmak’ isteyenlerin, bir başka deyişle, çeviri edimini özgürleştirmek isteyenlerin, yapmaları gereken çeviriler dışında başka bazı ödevler duruyor. Burada çeviri eyleminin yörüngesinin değiştirilebileceğini ima ediyorum elbette. Marx, Engels’e yazdığı bir mektubunda[18] şöyle der: “…kitabımdaki en iyi noktalar şunlardır: emeğin kullanım değeri ya da değişim değerinde ifadesini bulan ikili niteliği…”. Dolayısıyla, çevirmenin sarfettiği emeğin de çoğu zaman değişim değerine tabi tutulduğunu görerek inşa edebilmeliyiz kuramımızı. Benim gibi, zaman zaman ‘bedavadan’, yani kullanım değeri üzerinden çeviri yapanlar olabilir (gerçi ben de çoğu zaman çeviri yaparak harçlığımı çıkarıyorum). Fakat çevirmen emeği, hız, verimlilik, kalite, rekabet gibi mefhumların çevrelediği bir piyasa içinde değere bulanıyorsa, yapılacak işlerden biri, hayatlarını çeviriyle idame ettirenlerin bir yandan birbirleriyle dayanışarak, değişim değerine tabi tutulan emek güçlerinin insani karşılığını almaya çabalarken, bir yandan da çeviri edimini kullanım değerine yöneltecek olanakların kapısını aralamak olmalı.
III. Çeviri ve Ötesi
Üçüncü alan, araya girmek gibi tabirleri telaffuz edince, akla arabuluculuk gibi bir kurum gelebiliyor hemen. Çevirmenliğin ilk düzeyde bir tür arabuluculuk olarak düşünülmesinde bir sakınca yok aslında. Zaten biraz düşünüldüğünde, çevirmenlerin kendini arabuluculuk yapmaya yakın hissedebilenler arasından çıkabileceğine dair bir ilk izlenime kapılabiliyor insan. Theodore Zeldin, İnsanlığın Mahrem Tarihi adlı kitabının “Emir vermekten de almaktan da hoşlanmayanların arabuluculuk için uygun adaylar oluşu” başlıklı dokuzuncu bölümünde bunu ima eder aslında.[19] Arabulucunun belirleyici özelliğini ‘tevazu’ sahibi olmak olarak gören Zeldin için bu kurum, “dünyaya katkıda bulunmalarını sağlayacak kaynaklardan ya da yetenekten yoksun olduklarını düşünenler için gerçek bir fırsattır, özellikle de herkesin eşit ölçüde saygı göreceği bir dünyayı özleyenler için.”[20] Arabulucuların hareket ederken dayandıkları ilke şudur Zeldin’e göre: “Zayıf insanlar için güç sahiplerini yerinden oynatmanın yolu zora başvurmaktan değil, aralarındaki ilişkiyi değiştirmekten, farklı bir yaklaşım açısı bulmaktan geçer…”[21]
Çeviri ve arabuluculuk arasındaki bu gevşek bağı, çeviri ve emek arasındaki bağ ile iliştirebilmeliyiz peşinden. Hatırlanırsa, emek derken Marx’ın emek-değer teorisine atıfta bulunmuştum demin. Şimdi ihtiyar adamın, daha on yedi yaşındayken III. Frederick William Kraliyet Lisesi’ni bitirmek için, “Genç Bir Adamın Meslek Seçimine İlişkin Düşünceleri” başlığıyla yazdığı makalesinin son kısmından uzunca bir alıntı yapmak istiyorum:
“…Meslek seçimindeki en önemli yol gösterici, insanlığa sağlanacak yarar ve kişinin kendi mükemmelliğidir. Bu ikisinin birbiriyle çatışma içinde olduğu, birinin diğerini yok etmek durumunda olduğu düşünülmemelidir. Tam tersine insan doğası, yapısı gereği kendi mükemmelliğine ancak diğerlerinin mükemmelliği ve yararı için çalışarak ulaşabilir.
Eğer insan sadece kendisi için çalışırsa, ünlü bir düşünce adamı, büyük bir bilgin ya da müthiş bir ozan olabilir, ama asla, mükemmel, gerçekten büyük bir adam olamaz.
Tarih, kendilerini kamu yararına çalışarak yücelten insanlara en büyük adamlar diyor; deneyim, en mutlu insanın en çok insanı mutlu eden insan olduğunu söylüyor; din insanlara kendini insanlık uğruna kurban eden ideal varlık gibi olmak için çalışmalarını öğütlüyor. Kim bu yargıları reddedebilir?
Eğer hayatta, yaptığımız işlerin çoğunu insanlık için yapabileceğimiz bir meslek seçersek, hiçbir engel, hiçbir yük bize baş eğdiremez. Çünkü bunlar hepimize fayda sağlayacak fedakarlıklar olacaktır. Böylece önemsiz, sınırlı, bencil hazlar yaşamayacağız, mutluluğumuz milyonlara ait olacak, edimlerimiz sürekli bir biçimde, yaptığımız işlerde kendini gösterecek ve küllerimiz üzerine onurlu insanların sıcak gözyaşları akacak.”[22]
Zeldin’in çerçevesini çizdiği arabuluculuk ve çeviri arasındaki ilişki ile Marx’ın arzuladığı mesleğin birbirine ne denli örtüşebileceği ilk anda akla gelebiliyor, öyle değil mi? Fakat bu çağrışımın maddi bir tehlikeli yönü de var: Bahsi geçen bu ilişki çok yüzeysel bir şekilde ele alındığında çevirilerimizi, (bilerek büyük harflerle yazıyorum) Kültür, Sanat, Edebiyat, Hümanizma gibi yüce değerler uğruna yapmamız beklenebilecek ve bu kutsallık karşısında bizlerden bir kat daha alçakgönüllü olmamız talep edilebilecektir.[23] Kültürel değişim, modernleşme, ilerleme gibi paradigmaların hayata geçirilmesi için sıklıkla istihdam edilmiş ‘fedakâr çevirmen’ mitinin farklı elbiselere bürünmeye devam ederek yaşamını sürdürmesi ise bunun bir kanıtı. Öyleyse ilk bakışta ortada bir ikilem var gibi gözükmektedir: Bir yandan “küllerimizin üzerine onurlu insanların sıcak gözyaşlarının akmasını” sağlayabilecek bir meslek edinmek isteyeceğiz; öte yandan, zorlu ve rekabetçi hayat koşullarında varlığımızı sürdürmeye uğraşacağız. Verili seçeneklere mahkûm olmak yerine kendi tercihimizi yaratma ilkesine dayanarak böylesi bir mutlak ikiliğe karşı çıkılması gerekiyorsa eğer, çevirmenin ‘insan gibi yaşamasına’ elverecek koşullar için mücadele etmeye ve bir yandan da ideallerimizde nelerin arasını bulacağımızı şimdiden tahayyül etmeye ihtiyacımız var gibi görünüyor. Zeldin’in dediği gibi, sicili temiz hiçbir arabuluculuk kurumu kalmadı ya da böyle bir şey hiç yoktu; ama çevirmenin varsa bir itibarı, onun iade edilmesi için gayret edilmeli. Eğer Adorno’nun o meşhur “sahtelik içinde doğru yaşam olmaz” (es gibt kein richtiges Leben im Falschen) sözünde hakikaten bir hikmet varsa, ‘iade-i itibar’ için çabalarken, tahayyül gücümüzü besleyecek şu ilkeyi aklımızdan hiç çıkarmamalıyız: Bilgiyle, felsefeyle, hele “çeviriyle” iştigalin, doğru düzgün, çarpıklıktan uzak bir yaşam kurma yönünde güçlü bir arzudan doğduğunda ve bu arzuyu beslediğinde bir anlamı olacak ve bu anlamı yaratmak için de elbette ki mücadele etmek gerekecek. Meslek olarak mecbur kalmadan çevirmenliği seçecek olsam, sanırım bu amaç için dilim döndüğünce, elimden geldiğince uğraşırdım. Buna değer doğrusu.
Böyle bir arzunun kendini gerçekleştirmesinin önüne nelerin geçtiğini görmek gerekiyor o halde, bu arzu hiçbir zaman tam olarak tatmin edilemeyecek olsa bile.[24] O nedenle bugün için Karl Kraus’un sözünü evirip çevirip şöyle yeniden kurabiliriz: “Günümüzde piyasa sözcüğüne ne kadar uzaktan bakarsak bakalım, o dönüp bize daha da yakından bakmaktadır.” Bu durumda çeviriyle kurduğumuz ilişkide piyasa olgusunu tespit etmek ve gerek teorimizi gerekse pratiğimizi bunun üzerinden şekillendirmek hakikaten de en samimi yol olarak çıkıyor karşımıza. “Şampiyonları”, toplumsal merdivende basamak atlamaya heveslenenleri ve küreselleşme karnavalından esrimiş teorisyenleri bir nebze üzebilir ama dostça, adlı adınca söylemeliyiz: resmi, gayrı resmi çeviri öğrencilerinin ve çeviri üzerine düşünenlerin farkında olması ve hesaba katması gereken şey, nedenselliğini yalnızca kendi üzerine, kârın azamileştirilmesi üzerine bina eden ve girmedik delik, el atmadık meslek bırakmayan kapitalizmdir.
Şimdi “biz bunları çok duyduk, biliyoruz” diye cevap verilebilir. Zamanımızın kinizm kisvesine bürünmüş ruhundan kendimi ben de muaf tutamayacağım için böyle diyenlere şöyle karşılık verirdim herhalde: Zaten sizin de bunu diyebileceğiniz tahmin edilebiliyor.
* Bu yazı ilk kez “kül eleştiri” dergisinin Eylül-Ekim 2005 sayısında yayımlanmıştır
[1] Hasan Ünal Nalbantoğlu, “Üniversite A.Ş.’de bir ‘homo academicus’: ‘Ersatz yuppie akademisyen”, Toplum ve Bilim, 97, Yaz 2003, s.39.
[2] Edward Said, “Hümanizmin Alanı”, Hümanizm ve Demokratik Eleştiri içinde, çev. Osman Akınhay, Agora, 2004, s.28
[3] Ek bilgi olsun diye aktarayım, bügün Türkiye’de bulunan on üç mütercim-tercümanlık bölümünden (Boğaziçi Üniversitesi’ndeki bölümün adının Çeviribilim’e çevrildiğini de öğrenmiş bulunuyoruz) dokuzu kamu üniversitelerinde, dördü ise özel üniversitelerde öğretim programını sürdürüyor. Bu programların çoğunda İngilizce, diğerlerinde ise Fransızca ve Almanca üzerinde yoğunlaşılıyor.
[4] Mealen şu anlama gelir bu söz: ‘her şeyden biraz bilmek ama bir şeyi tam olarak hiç bilmemek’.
[5] Türkiye’de 80 sonrası gençliğin ‘apolitikliğini’ vurgulamak için, eskiden öğrencilerin daha özerk olduğu iddia edilirse buna kuşkuyla yaklaşmalı. Bugünkü belirgin fark, üniversitelerin hem toplumla kurduğu ilişki anlamında hem de mekânsal bağlamda piyasa düzeneğine eskiye oranla daha hızla içeriliyor olması. Mustafa Khayati’nin 1966 Fransası’nda çoşkuyla yazdığı şu satırlar bugün hala çok abartılı değil: “Öğrenci stoik bir köledir: Egemenler onu zincire ne kadar bağlarsa, kendini fantezisinde o kadar özgür hisseder. O da, o yeni ailesi Üniversitesi de garip bir özerklik fikrine inanır. “On the Poverty of Student Life”, http://www.notbored.org/poverty.html
[6] Antonio Sousa Riberio, “Zamanımızın Bir Eğretilemesi Olarak Çeviri…Post-Kolonyalizm, Sınırlar ve Kimlikler”, Varlık, Ocak 2004, s.35
[7] Üniversitelerin şizofrenik bir tarzda onlarca ‘fakülteye’ ayrıldığı ve herkesin kendi uzmanlık alanına kıskançlıkla sahip çıkarken “bütünsel” bir iddianın arkasında durmaya cesaret edemediği bir zamanda, ‘çeviribilim’ yerine ‘çeviri çalışmaları’ derken araştırma sürecinin ucunu açık bırakma kaygısı duyuyorum. O yüzden yazının bundan sonraki kısmında da, çeviribilim yerine çeviri çalışmaları diyeceğim. Çeviri araştırmaları yerine çeviri çalışmaları dememin bir nedeni de, yerleşiklik kazanmış benzer kullanımlarla (örneğin, birazdan değineceğim ‘kültürel çalışmalar’) uyum sağlamak.
[8] Küreselleşme söylemi ile modernleşme teorisi arasındaki ilişkiyi, son zamanlarda sökün eden emperyalizm tartışmalarıyla birlikte ele alan bir çalışma için bkz. Harry Harootunian, The Empire’s New Clothes: Paradigm Lost, and Regained, 2004.
[9] İsmail Kaplan, “Küreselleşme Bağlamında Çeviri Kuramlarına Yeniden Bakış”, Evrensel Kültür, (134), Şubat 2003.
[10] Artık internet kullanmanın nefes almak, su içmek gibi doğal bir faaliyet addedilebilme ihtimaline karşılık olarak, internete erişim oranlarına bakmanın bir faydası olabilir. Dünyadaki internet kullanım oranları sırasıyla ABD’de %58, Fransa’da %37, Hindistan’da %22 ve Türkiye’de %6’dır. Ben şahsen mevcut koşullar içinde bu oranların çeşitli olasılıklar içinde değişebileceğini; fakat birbirine yaklaşamayacağını düşünüyorum. Sunduğum verilere internetteki şu kaynaktan “erişebildim”: http://www.ntvmsnbc.com/news/271845.asp
[11] Şuna değinmeden de geçilmemeli. Küreselleşme söylemini takviye eden bir başka etken ise, yukarıda bahsettiğim şekilde yeni gelişen iletişim teknolojilerinin yeniliğinin yaydığı büyüden hafızasını kaybederek başı dönenlerin ürettiği “bilgi toplumu” söylemidir. Örnek vermek gerekirse, çeviri etiği başlığında hazırladıkları bölümün birinci maddesinde, “çeviri iki ayrı dil ve kültür arasında, başka bir deyişle uluslar arası iletişimi sağlayan bir uzmanlık alanıdır. Bu açıdan çeviri kendi içerisinde uygulama alanlarına bölünen profesyonellik isteyen ayrı ve özerk bir meslek dalı, zihinsel ve entelektüel bir etkinliktir” diyen Çeviri Derneği, çeviri hakkında bilgi verilen bir başka bölümde ise “bilgi toplumu olmak istediğimiz, AB ile uyum sürecine girmeye çalıştığımız şu dönemde ön planda olmayan ÇEVİRİ bütün bu gelişmeler açısından hayati önemi olan bir konu” (aynen böyle) da diyebilmekte, görüldüğü gibi, bu sözleri ederken ülke ve AB çıkarlarıyla (neyse o) özdeşleşebilmekte, ve “yetersiz birçok insan çevirmenlik yaparak hem kendileri ağır bir yük altında kalmakta hem de iş sahiplerine ve sektöre zarar vermektedir” gibi seçkinci ve korporatist bir tavır içine girebilmektedir. Burada alıntıladığımız sözlerden daha üzücü olan şey, temel olarak çevirmenlerin haklarını korumak amacıyla hareket ettiğini ileri süren bir kurumun kendisini tanıttığı bir metinde bile hakim ideolojinin terimleriyle konuşabilmesidir. Bilindiği üzere, sözlerin maddi bir karşılığı da olabilir. Tırnak işareti içine alarak sunduğum bilgiler için şu kaynağa başvurulabilir: www.cevirmendernegi.org
[12] Riberio, a.g.e, s.39.
[13] Somutlaştırmak için birkaç örnek vereyim. Amerika Birleşik Devletleri’nin sürekli savaş stratejisinde NATO’nun konumunu tayin etmek için düzenlenen bir zirvede içiniz hiç sızlamadan eşzamanlı çeviri yapmakla, savaşa karşı dünyanın pek çok farklı yerinden bu zirveyi protesto etmek için bir araya gelmiş onbinlerce insanın aralarında örgütlediği küçük atölyelerde çeviri yapmak arasında, liderlik yönetimi hakkında yazılmış kitapları çevirmekle, hoşlandığınız küçük bir şiiri çevirmek arasında “fark” var. Benzer örnekler çoğaltılabilir. Buradaki asıl maksat, her bir çeviri ediminin özgüllüğünün saptanması gerektiğine işaret etmek.
[14] Metin sözcüğü İngilizcede “text” demek, bilindiği gibi. “Texture” gibi sözcükler de onun akrabaları. Buradan kolayca sezilebileceği gibi, metin sözcüğünün dokumakla, örmekle yakından ilgisi var. O yüzden burada metin derken örülen her tür ilişkiyi kastediyorum.
[15] “Çeviri alanı” terimi, Bourdieu’nün kullanabileceği anlamında, çeviri faaliyetine dahil olmuş yazar, çevirmen, editör, redaktör, yayınevi, okur, çeviri konusunda çalışan akademisyenler, çeşitli türden çeviri bürosu işletmecileri ve benzeri öznelerin içinde yer aldığı geniş bir ilişki ağı olarak düşünülebilir. Ama buradaki özgül ilişkiselliğin, onu çevreleyen genel toplumsal ilişkilerden ontolojik olarak ayrı tutulmaması gerektiğinin altını çizelim. Bu tür bir çözümlemeyi “edebiyat alanında” serimleyen bir yazı için bkz. Sinan Kadir Çelik, “‘Edebiyat Alanı’nda ‘Yaratıcı Deha Miti’nin Kuruluşu”, Pasaj, Mayıs- Ağustos 2005, (1), s.51-67.
[16] Fark etiği yerine “aynılığın” üstünde duran Alain Badiou’nün yorumlarının bu konudaki düşüncelerimi uyardığını belirtmeliyim. Bkz. Alain Badiou, Etik, çeviren: Tuncay Birkan, Metis Yayınları, 2004.
[17] Örneğin Slavoj Zizek ‘mesleği’ şöyle konumlandırıyor: “…ya da ‘meslek’ örneğini ele alalım: modern meslek mefhumu, kendimi, doğrudan toplumsal rolünü oynamak için doğmamış bir birey olarak deneyimliyor olduğumu ima eder. Benim ne olacağım, arizi toplumsal koşullarla kendi özgür tercihim arasındaki etkileşime bağlıdır. Bu anlamda, bugünün bireyinin bir elektrikçi, bir garson ya da öğretim üyesi olarak bir mesleği vardır. Halbuki Ortaçağ’daki serfin meslek olarak köylü olduğunu iddia etmek anlamsızdır. ‘Soyutlama’, meta değişimi ve küresel piyasa ekonomisinin özgül toplumsal koşullarında, gerçek toplumsal hayatın dolaysız bir özelliği, somut bireylerin davranış şekli ve kendi akıbetlerine, toplumsal çevrelerine dair tavır alma tarzı haline gelir. “Against Human Rights”, New Left Review (Temmuz-Ağustos), s.129.
[18] Marx to Engels, 24 Ağustos, 1867, Marx to Engels Selected Correspondence içinde, s.180.
[19] Zeldin bir yerde şöyle der örneğin: “Dünyanın Batılılaşması, iki kültür ya da iki ekonomi arasında yaşayan arabulucuların sayısını büyük ölçüde artırdı. Portekiz Krallığı, Doğu’daki işlerini yürütmek için comprador denen yerli aracılardan yararlanıyordu (Ortadoğu’da dragoman diye anılan bu kişilere Çin’de mai-pan deniyordu).” Theodore Zeldin, İnsanlığın Mahrem Tarihi, çev. Elif Özsayar, Ayrıntı Yay., s.162. ‘Dragoman’ sözcüğü ile ‘tercüman’ sözcüğü arasında kökensel bir ilişki olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Metindeki ‘komprador’ sözcüğü de dikkat çekse gerek.
[20] A.g.e., s.161.
[21] A.g.e., s.164.
[22] Karl Heinrich Marx, “Reflections of a Young Man on the Choice of a Profession” [Genç Bir Adamın Meslek Seçimine İlişkin Düşünceleri], (çeviriyi arkadaşım Ülker Sözen yaptı) Bkz. http://www.marxists.org/archive/marx/works/1837-pre/marx/1835-ref.htm
[23] Bu tehlikeye işaret eden ve karşı duran bir yazı için şuraya bakılabilir: Tuncay Birkan, “Kötü Çevirinin Asıl Sorumlusu Kötü Yayımcılıktır”, Virgül, 54.sayı, Eylül 2002, s.53. Dergini aynı sayısında Işık Ergüden’in kaleme aldığı yazı da benzer bir doğrultuda okunabilir: “Çevirmen Sömürüsü ve Yayımcılık”, s.51-53.
[24] Çoğu zaman görmezlikten gelindiğini düşündüğüm için bu yazıda temel olarak piyasa düzeneğinin bir engel olduğuna işaret edip durdum. Piyasanın tahakkümüyle iç içe geçen, cinsiyetçilik, ırkçılık, şovenizm gibi başka tür tahakküm ilişkilerini de hesaba katan daha devingen çözümlemeler yapmak gündemde olmalı tabii ki. Şimdilik cinsiyetçilik konusunda ‘ilginç’ bir anekdot içeren bir yazıdan manidar bir alıntı yapıp çalının etrafından dolaşayım: “…burada bir ‘çeviri yapabilecek bayan aranıyor’ ilanı görürsünüz. Çevirinin de cinsiyeti oluyormuş demek diye düşünüp, arıyorsunuz verilen telefonu. Karşıdakine ‘şu okulu bitirdim, şu dilleri biliyorum’ derken heyecanla karşıdaki akıl fukarası size ‘boyunuz’ diyor. Siz bir an duraksayıp devam ediyorsunuz anlatmaya, ama karşıdaki ‘kilonuz’ diyor…”, Ceren Özgün, “Genç Kadınlar- ‘Yeni Kızlar’: Hangi Rol Modelleri?”, Birikim, (196), s.68

Tags: