Bugün de sektörün güleç yüzü Aktan Aydoğmuş’un yanındaydım. Kendisi bizi kırmayıp bu Pazar tatilini de Çeviri Blog’a ayırdı. Keyifli okumalar! :)

Merhabalar Aktan bey. :) Röportaj isteğimi kırmadığınız için çok teşekkür ederim.

Rica ederim. Benim için gurur verici bir şey.

Biliyorsunuz, ben sizi uzun zamandır tanıyorum ve benim için artık bir ağabeyden farksızsınız. Sizinle ilk tanışmamız ben Almanca hazırlıkta okurkendi. Yazı ödevim ile ilgili iki cümlemden bir türlü emin olamadığım için çevirmenlere danışmıştım. Siz ve Ayşe abla, hemen yardımıma yetişmiş, üstüne bu kadar kısa zamanda öğrendiğim bir dilde bu kadar iyi olmamı şaşkınlıkla karşılamıştınız. Çok sevinmiştim ben de. :) 

Evet. Bu acemilik evrelerinden hepimiz geçtiğimiz için, genç ve azimli kardeşlerimize yardımcı olmak abi/ablalar olarak bizim görevimiz.

O zaman, ilk ve en klişe sorum, “Çeviriye nasıl başladınız?” ile başlayayım. Babanızın diplomat olduğunu ve bu nedenle birçok kültürü tanıma fırsatı bulduğunuzu biliyorum. Bunun çevirmen kimliğinize katkısı oldu mu?

Çevirmeye 10 yaşımda babamın tayini ile yurt dışına çıkarak başladım. Ailemin dış ilişkilerini, alışverişlerini, doktor ziyaretlerini, TV’deki haberleri, bürokratik işleri kısa zamanda çözüp onlara aktarmam gerekiyordu. Bunun yanında yurt dışında gittiğim devlet okullarında da, en az o ülkenin çocukları kadar yerel dili konuşmalıydım ki sınıfta kalmayayım. Diplomat çocukları, bu tayinler yüzünden ya perişan olurlar ya da çok başarılı olurlar. Ben ikinci gruba düştüm çok şükür.

Multilingual yani çok dilli olmak, çok kültürlü olmak, benim ve benimle aynı kaderi paylaşan insanların kaderi aslında. Bilerek ve isteyerek bir dile veya ülkeye yönelmiş değiliz. Bir nevi Survivor. :) Ben bugün babam Hindistan’da tayin yapmış olsaydı Urdu, Belçika’da tayin yapsaydı Fransızca konuşuyor ve tercüme yapıyor olacaktım.

Böylelikle tercümanlıkta gerekli olan sektörel birikimi çocuk yaşta kazandım. Annemin kronik hastalıkları ve doktor/hastane ziyaretleri sayesinde epikriz ve tahlil okumayı, taşınma organizasyonu sayesinde lojistik sektörünü ve terimlerini, 11 okul değiştirince birkaç dilde eğitim sistemini ve dilini ister istemez öğreniyorsunuz.

Siz, ardıl çeviri yapıyorsunuz ve simultaneyi kendinize hedef olarak koyuyorsunuz. Kimi simultane çevirmeni ise ardılın simultaneden daha zor olduğunu iddia ediyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Ardıl benim için bir kaptan başka bir kaba sırayla su boşaltma gibi. Simultane ise havuz problemi gibi. Bir yandan havuza saatte 30 litre su girerken, aynı zamanda, en az 25, mümkünse 30 litre su boşaltılması gibi bir şey. Kendinizi tamamen huni gibi kullanıyorsunuz. Tamam, belli bir birikim var, söyleneni anlıyor ve ardılda hiç bekletmeden, yeni bir cümle gelmeden aktarmış olmanız gerekiyor ama en azından siz konuşmacıya sözünü bitirmesi için zaman tanıyorsunuz, not alabiliyorsunuz ve aynı şekilde o da size sözünüzü bitirmeniz için ve kendinizi ifade edebilmeniz için zaman tanıyor.

Ardılda çok hızlı gittiğinde veya konuya açıklık getirmek istediğinizde tekrar ettirebileceğiniz gibi, “Ne demek istediniz?” veya “Nasıl yani, bunu açar mısınız?” gibi müspet sorular sorma hakkınız var, çünkü anlatabilmek için önce sizin anlamanız şart. Simultanede ise sizin debisine müdahale edemediğiniz akan bir pınar var. Katılımcılık yok, müdahale şansınız yok. Oysa ardılda toplantının kilit noktası tercümandır, iki farklı kültürün arasını bulan tercümandır. Sizin söylediğiniz kadarını bilirler.

Ardılda kayıp yoktur ama simultanede illa ki %10-20 kayıp olmasının doğal olduğu söyleniyor ki bu benim profesyonelliğime ve iletişim misyonuma aykırı bir oran. Benim olduğum yerde kayıp sıfır olmalı ve herkes herkesin söylediğini en ince ayrıntısına kadar anlamış ve idrak etmiş olmalı. Yoksa ben görevimi yapamamışımdır.

Anlayacağın, simultane hedefim yavaş yavaş siliniyor. Bizim ailede kalp var, bana gelmez bu stres ve kalp çarpıntısı. :) Ben lezzetli, düzeyli toplantılarda kilit rolümü oynayıp, arabuluculuk yapıp, güzel güzel çalışmak istiyorum ve işimi yaparken mutlu olmak istiyorum. Canımın çıkartılması bence çalışmak değil, sömürülmek…

Ankara Çevirmenler Buluşması’nda bir kez çok argo ve küfür dolu bir çeviriyle karşılaştığınızdan dem vurmuştunuz. Böyle durumlar, maalesef bazen başımıza gelebiliyor. Bu konuda siz nasıl bir yol izlemiştiniz?

Bu gibi durumlarda sorumluluğumuzun nerede başlayıp nerede bittiğini iyi kestirmemiz lazım. İşin sonuçları üzerinizde kalabilir. İşin sahibi, “Ben bu kadar kaba veya illegal ifade etmemiştim, çevirmen bunu bu hale getirmiş.” diyebilir. Dolayısıyla gerek kullanılan terimler kelimesi kelimesine mi kullanılacak, yoksa kültürel bir çeviri mi yapılacak, buna karar verilmesi lazım.

Benim görüşüm, aynen çevirmek ve altına tercümeden kaynaklanan illegal durumlarda sorumluluk kabul etmeyeceğime dair bir uyarı yazısı eklemek. Tercümanın görevi, bir şeyleri yumuşatmak veya yutmak değil, elçiye zeval olmaz anlayışından yola çıkarak sorumluluk kabul etmeden tarafların dil problemini çözmek, aralarındaki uyuşmazlığı veya çekişmeyi değil. Birbirlerini ölümle tehdit edeceklerse, bu suçu işlemek onların tercihidir, bizim görevimiz “I’ll kill you” demektir. :)

Aktan bey ile Ankara Çevirmenler Buluşması’nda

Kişisel de bir soru sorarsak, çeviri sektöründe esprili ve açık sözlü mizacınızla biliniyor ve seviliyorsunuz. Bu konuda yorumunuz var mı? :) 

Öyle bilindiğim doğrudur ama bu yüzden sevildiğim konusunda emin değilim. Abilik, hocalık, mentorluk yapmak ve bunu kaldırabilecek insanlar bulmak çok zor günümüzde. Şu an internet sayesinde herkes her şeyi biliyor, kimseye akıl veya ders veremiyorsunuz. Dolayısıyla sizin belki zaman içinde veya yaşayarak edindiğiniz acı-tatlı tecrübelere kimsenin ihtiyacı yok. Çıraklık da erdem ister, hocalık da.

Birini eleştirdiğim zaman çoğu kez kişisel hakarete uğruyorum veya uyarılıyorum ama ben doğruyu ortaya söylerim, alınan laf alınır, alınmayan laflarımı da toplar eve götürürüm. Bu evde de böyle, komşulukta da, arkadaşlıkta da, iş hayatında da. Pis bir iş ama birinin bunu yapması gerekiyor. Ayrıca kimden korkacağım da lafımı esirgeyeceğim ki? Serbest çalışan biri olarak patronuma veya onun şirketine leke getirmem.

Espri ise hayata pozitif bakışın dışa vurumudur sevgili kardeşim. Mutluluğun fışkırmasıdır, kalbin sevgiyle dolu olup taşmasıdır. Etrafı gülücüklerden oluşan çiçeklerle donatmaya çalışmaktır. :) Gülen insanlar, bu pozitif enerjiyi taşırlar ve başkalarına da bulaştırırlar, tıpkı mutsuz ve melankolik insanlar gibi.

Akademide siyaset okuduğunuzu, bir dönem siyasete atıldığınızı ve hatta sözlü bir çeviri işinden sonra siyasi bir yanlış anlaşılma nedeniyle maalesef sıkıntı yaşadığınızı biliyorum. Sizce çevirmen objektif mi olmalı; yoksa kendini yansıtması gereken belli zamanlar da var mıdır?

Diplomasinin içinde büyüdükten sonra, siyaset okumak zor değildi. Kozmopolit bir insan olarak, birçok kültürü, ülkeyi ve bunların ilişkilerini kavramak zorundasınız. Kavradıktan sonra da bunu yorumlamak zorundasınız. Herkesin herkese bakışını ve tavrını bilmek zorundasınız. Pot kırmamak için yüksek bir genel kültür ve siyaset bilgisi şart. En azından benim çeviri yaptığım siyaset alanında. Kim kimdir, iyi bilmek zorundasınız. Haberleri ve köşe yazılarını takip etmek zorundasınız ve bunlardan sorumlusunuz. Yoksa afallarsınız.

Siyasete atılmak için henüz o çevreye sahip olmadığımı gördüm. Görev istedim ama istemekle olmuyormuş, görev verilmesi ve partilerin maddi imkânlarının da sağlam olması gerekiyormuş. Kısa süren milletvekilliği adaylığımda bunu gördüm. Bu demek değildir ki imkânları bol olan bir partide çalışacağım. İdeolojisi uygun değilse, kendini satmanın lüzumu yok. Siyaset ve toplumsal hayata katılım, ister bir partide olsun, ister bir dernekte, vakıfta veya STK’da, olması gereken bir şey.

Çevirmen işini yaparken objektif olmalı, kimseyi temsil etmemeli, ne düşündüğü ve eğilimini asla belli etmemeli. Bunu özelde yapabilir. İşini yaparken sadece söylenenleri çevirmeli, bunu da dolaylı yoldan değil, direkt yapmalı. Bir şeyleri anlatmaya çalışırken, kullandığınız kelimeler, çeviriyi farklı bir yere götürebilir. Nitekim o bahsettiğiniz olayda, bende de öyle oldu. Anlatmaya çalışmak yerine sadece çevirmiş olsaydım yanlış anlaşılma olmazdı. Örnek vermek veya izah etmek tercümanın işi değildir.

Bir estetik cerrahı gibi düşünün. Bir hasta, yüzünü gerdirmek istiyorsa, makul bir şekilde tıbbi olarak bunu yapmalıdır, kendi güzellik ve estetik anlayışını hastaya dayatmaya çalışmamalıdır. “Böyle daha güzelsiniz ama!” dememelidir. İşini yapmalıdır ve bunu da iyi yapmalıdır.

En çok hangi alanlarda çeviri yapıyorsunuz? Sizce bir çevirmen, belli bir alanda uzmanlaşmalı mı yoksa her şeye az çok egemen mi olmalı?

Ben en çok siyaset ve devlet ile ilgili işlerde görev alıyorum. Bakanlıklar, sivil toplum kuruluşları, AB heyetleri, uzun soluklu kalkınma projeleri, eğitim seminerleri ve bunun gibi yerler. Çevirmen genel kültürü yüksek olmalı demiştik, buna binaen akademik açıdan da bilmediği konuları en hızlı ve doğru şekilde araştırmayı bilmelidir.

Bir işi almadan önce, konu hakkında bilgi, belge, yazışmalar, makaleler, tartışmalar, hiyerarşik düzen gibi konuları araştırmalıdır. Bilinmeyenleri en aza indirmelidir. Konu hakkında ne kadar etraflı bilgi sahibi olursa, işini yaparken o derece rahat eder ve hazır cevap olur. Bence uzmanlaşma kariyerin ve birikimin %70 oranında olmalı, geriye kalan %30 da joker gibi yeniliklere açık, öğrenmeye niyetli ve adaptasyona uygun bir şekilde hazırda tutulmalıdır. Hayatın ne getireceği hiç bilinmez. Tam bir uzmanlaşma, geride kalan alanların göz ardı edilmesine neden olabileceği gibi, hiç uzmanlık alanlarının olmaması da, “ne iş olsa yaparız abi” hissini uyandırır ki, böyle işlerden verim alınmadığını hepimiz biliyoruz.

Bu aralar biliyorsunuz, çeviri eğitimi üzerine bir proje yazıyorum. Çeviri eğitimi ile ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Çevirmen adayları, hedef dilin konuşulduğu ülkelerde, halkla iç içe olan işlerde zorunlu stajlar yapmalıdır. Hedef ülkedeki açıklara göre, oradaki iş dünyasını zedelemeyecek şekilde, örneğin sosyal hizmetler alanında bu mümkün. Bir çevirmen, yerel halkla ne kadar çok konuşur, iç içe olursa, meziyetleri ve tecrübesi o derece artar. Örneğin Almanya’da ne eksik? Yaşlı bakımı personeli. Çevirmen adayı her yaz, 2-3 ay bir huzurevine gidip, yaşlılarla zaman geçirmelidir. Onların hem bakımını yaparak az da olsa para kazanmalı hem de bol bol dinleyip sohbetlere katılmalı, notlar almalı, akşamları da bu kişilerle çalışmalıdır.

Sokak röportajları yapmalı, içindeki lisanı dışa vurmalı; bir iki üç derken cesaret gelir, şakır şakır konuşulmaya başlanır. Ben 16-17 yaşında cep telefonu satışı yaptım, garsonluk yaptım, spor tesisinde hademelik ve tamircilik yaptım. Elimden ne gelirse yaptım, yeter ki içinde konuşma ve iletişim olsun. Asla fabrikada seri imalatta çalışmayı tercih etmedim mesela.

Ayrıca çevirmen adayı, sivil toplum örgütlerinde görev almalıdır. Mümkünse uluslar arası ağı olan ve her ülkede projeler yürüten örgütlerde. Bu çocuk hakları olur, çevre olur, kadın hakları olur, hiç fark etmez. Yeter ki başka ülkelerden insanlarla yazışma, haberleşme, koordinasyon ve ortak projeler yürütülsün; gidilsin, gelinsin, tartışılsın, bilgilendirilsin. Yaz tatillerinde ülkemize sosyal ağdan arkadaşlar davet edip bir gezi programı düzenlenebilir. Bu kültürel olur, sanatsal olur, tarihi olur. Bir sonraki gezi, onların ülkesinde olur belki.

Sabaha kadar çalışmak zorunda kaldığım zamanlar beni hep uyarmıştınız. :) Sağlıklı çalışma saatlerinde çalışmaya özellikle mi dikkat ediyorsunuz?

İşi, mesleği hayatının merkezine koymak doğru değil. Herkes için iş önemli tabii ama önemli olan fazla zaman harcamak değil de zamanı verimli kullanmayı bilmek. Dinlenmek ve uyumak, hiçbir şey yapmamak gibi kayıp bir zaman gibi görünse de, beden ve ruh sağlığının kazanılması ve kaybedilmemesi açısından iş verimini doğrudan etkileyen faktörlerdendir. Yine ruhu zenginleştirecek sosyal, kültürel, sportif faaliyetlerde bulunmak da bir bataryayı şarj etmekten farksızdır.

Serotonin, endorfin, adrenalin, dopamin gibi mutuluk ve tatmin verici hormonların salgılanabilmesi için, düzenli bir hayat şart. Sahip olduğumuz biyolojik saat, milyonlarca yıllık bir evrimin eseridir. Tercümanlık mesleğini icra edenler, adeta bu biyolojik saate karşı mücadele etmektedirler ki sonunda kaybedenler hep kendileri olmuştur. Bedelini sağlıklarını kaybederek öderler.

Mide asidi bile sabaha karşı belli bir saatte üretilip salgılanıyor. O saatte uyuyor olmanız gerekiyor. Büyüme hormonları da öyle. Yine açık hava ve güneş de belli vitaminlerin (D-Vitamini) emilimini sağlıyor. Doğru zamanda doğru işler yapmak gerekiyor. Aksi halde kısa zamanda “cortingen to the natürmort” oluruz. :)

Çok teşekkür ederim Aktan bey. Son olarak sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Çevirmenliğin yanında, birkaç meziyeti daha olması lazım insanın. Malum, bu meslek çok fazla maddi getirisi olmayan bir iş, dolayısıyla geçinme derdi, Fuzuli’den beri mevcut. Bir iş kurmalı, haftada birkaç saat ders vermeli, bir şeyler satmalı, ürün veya hizmet, fuarlarda görev almalı.

Çok teşekkür ederim. Gerçekten hoş bir sohbet olduğuna inanıyorum. En kısa zamanda yeniden görüşmeyi diliyorum. :) 

Ben teşekkür ederim, değer verip düşüncelerimi aldığın için sevgili Çağdaş. :)

Çeviri Blog ekibi olarak röportajlarımıza aralıksız devam edeceğiz. Bizi takip etmeye devam edin. :) 

Tags: